Okan Sezer
İnsan çeşitliliğini anlamak ve bu anlama çabası zorlu ve karmaşık bir yoldan geçti şimdiye kadar. Anlama çabası diye yeni bir hücre katıyorum zira durulan noktalara göre farklı anlayışların iştirak ettiği paradigmalar, ölçütler vb oluşturulmuş, geliştirilmiş ve yıkılmıştır. Bilhassa batı merkezli bilim dünyası tarihinde kültürel ölçütlerden çok fiziksel ölçütlere güvenilmiş, çokça zaman iki ölçütten iyisi kabul edilebilecek kültürel faktörler es geçilmiştir.
İnsan çeşitliliğini anlamak ve bu anlama çabası zorlu ve karmaşık bir yoldan geçti şimdiye kadar. Anlama çabası diye yeni bir hücre katıyorum zira durulan noktalara göre farklı anlayışların iştirak ettiği paradigmalar, ölçütler vb oluşturulmuş, geliştirilmiş ve yıkılmıştır. Bilhassa batı merkezli bilim dünyası tarihinde kültürel ölçütlerden çok fiziksel ölçütlere güvenilmiş, çokça zaman iki ölçütten iyisi kabul edilebilecek kültürel faktörler es geçilmiştir.
19. yy’ın ortalarında Paris ve
Edinburgh’tan yayın yapan insan bilimi terazisi şaşmayacak şekilde
tarihe bir sıralama getirmişti. Şüphesiz bu sıralamanın en üst
seviyesinde modern sapiens ve onun özelinde Avrupalı beyaz insan yer
alıyor ve yine sıralamanın en alt seviyeleri için yaşayan ‘’diğer’’
insansılar-ara geçişler bulunmak isteniyordu. Belki de bu sıralamayı
kabul eden grubun en tanınmış siması Paul Broca.
Bir bakıma çeşitliliği anlamak için kullanılan kültürel ölçütler dahi
büyük tehlikeler içermekte. Dönüp dolaşıp tıkandığımız yer insan ve
insan kültürü nedir sorusu çünkü. Ve bu durum muhtelif zamanlarda bitevi
devam etmekte ve de edecek. Ve şimdiye kadar bu soru bilimsel bir merak
ve anlama çabasından çok baskın ideolojinin ve yine kültürün tekelinde,
onun ihtiyaçları doğrultusunda cevaplandırıldı (Cevaplandırılıyor)
çünkü (Ee malum tabi, bir de doğru kabul edilen yanıtlar için Avrupa’ya
bakan bir toplamın kendisi var tüm bunların orta yerinde). Ben sorunun
kökeninde; çeşitlilik, çeşitliliğin tarihi ve şimdisi için hiç bir
anlamı olmayan ''ileri'' ve ''geri'' tanımlamalarını görüyorum. Bu durum scala
natura-hominizasyon-ilerleme triosunun bir getirisi aslında. Ve durum
tek başına, yahut da şöyle demeli; ideolojiler dünyasında günümüze büyük
düşünsel miraslar bırakmış, bir çok ana doktrinde bu durum vardır. Yani:
beyaz insan patentli insan merkezcilik, insanın gelişimini endüstriyel
devrim ve makine iktidarı ile açıklamaya çalışan ve ‘’insan’’ türünün
-ki bu Avrupalı modern insan olmakta- gelişmesini yönetecek olan
değişiklikler için yanlı tarihsel göndermeleri oraya buraya sıkıştıran
anlayış. Tüm bu anlayışlara göre tarih düz bir çizgide -ilerlerdi-
ilerlemektedir. İlk evvel her ne kadar kimi sistem karşıtı tarafından
olumlansa da yine de ‘’ilkel’’ kabul edilen komünal toplum startı
verirken, köleci toplumdan pası alan feodalizm tüm kibri ile yüksek bir
yerde durmakta ve bugün itibariyle sadece ama sadece bölüşüm ilişkileri
tartışılan, onun dışında üretim ilişkileri konusunda her iki (üç-dört
vs) cenahta da tam bir mutabakat sağlanmış olan kapitalizm.
Régis Wargnier’in yönettiği 2005 yapımı Man to Man filmi bu iş için bir giriş, girişi temel alıyor aslında. Kunta
Kinte’den var bi’ yüzyıl sonra anavatanlarından koparılan ama bu kez
ticari bir amaç için değil de bilim için?! alıkonulan iki Baka bireyi
yukarıdaki pasajlarda bahsettiğimiz kibirli sapiensin yani Avrupalı
beyazın alt basamakları için uygun görülüyor. Afrika’dan gemilere
bindirilme hikayeleri biraz tuhafıma geldi doğrusu. Mevzuatı şart koşan
beyaz kadın bu sözümona kargolarına ne tür bir statü vermeleri konusunda
bir hayli kafa patlatıyor. Malum beğenmedikleri Birleşik Devletler’de
dahi kahraman?! Yankee güneylileri darmaduman etmiş ve siyahlara
özgürlüklerini?! tekrar vermişti. Şimdi bir Avrupalı olarak bu iki
Baka’yı köle olarak aldık götürüyoruz diye yazamazdı ilgili belgeye.
Belki her şey bilim için diye ekleseydi sahil gümrük memuru için işin
rengi değişebilirdi. Bilemiyorum tabi.
Sorun şu ki, daha sonra ayılan Dr. Jamie Dodd bu iki Baka’nın düşünme
fiilinden yoksun olduklarına ve ‘’hayvansı’’ özelliklerden başka hiç bi’
şeylerinin olmadıklarına kanaat getirilmesine itiraz ediyor.
Paris’te hayvanat bahçesinde sergilenmeye başlanan Bakalar’la müttefik
olduktan sonra kafa kafaya verip onların da sizin-bizim gibi insan
olduğu noktasından insanları ikna edici bir takım public şovlara bile
girişiyor ve çoğunda başarılı oluyor. Kabul ettiriyor ettirmesine ya,
burada trajikomik olan ve film yapımcılarının bir yanlışı düzelttik
sanrısını tuzlayıp yedikleri şey, ‘’bakın onlar da bizim gibi insan,
görüyorsunuz işte bizim gibi kıyafet giyebiliyorlar, az-biraz çalışıp
basit nezaket kurallarını bile öğrettik’’ ahvali.
İnsan olmak istiyorsan bunları yapmalısın, bizim gibi olmalısın. Mesela
illaki İngilizce bilmeli, edebiyatından nasiplenmelisin. Mesela bunları
bilmiyorsan hani belki daha evvel kazanılmış bir zafer olarak insan
kabul edilebilirsin ama çağdaş olamazsın?! Elitizmi saplantı haline
getirmiş bir kıtadan da sadece böylesi bir özeleştiri çıkabilirdi
sanırım. Hayal kırıklığına uğradığımı söyleyemeyeceğim.
‘’(…)Ormanın asıl sakinleri olan
ve binlerce yıldır Afrika’nın yağmur ormanlarında yaşayan pigmeler
(Baka, Mbuti, Twa vb) son zamanlarda tehdit altındalar. Her ne kadar her
grubun kendine özgü sorunları olsa da, ormanlarını yok eden
tomrukçular, ormanı çiftliklere dönüştürmeye çalışan çiftçiler ve
ırkçılık bütün pigme grupların yaşadığı ortak sorun. Pigmeler paraya
dayalı ekonomiyi bilmedikleri için bazı bölgelerde köylüler tarafından
sürekli sömürülüp saatlerce tarlalarda çalıştırılıyorlar. Bölgedeki
Fransız tomruk şirketleri ormanı büyük bir hızla katletmeye devam
ettikçe pigmelerin yaşayacak yerleri kalmıyor ve yakındaki köylere
kayıyorlar. Böylece kültürel özelliklerini ve sistemlerini yavaş yavaş
kaybeden pigmeler resmi ekonomiye katılıp işçi olarak çalışmaya
zorlanıyorlar.(*)’’
(*): Selcen Küçüküstel, Yeditepe Üniversitesi, antropoloji yüksek lisans öğrencisi.
Atlas Dergisi, Nisan Sayı: 217.
*Bu yazı 27 Kasım 2011 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder