10 Mayıs 2014 Cumartesi

90′lar Pop, Arkeoloji ve Bizim Oğlan

Okan Sezer

Popüler kültür buralara hiç de ait olmayan fantezi dünyasının birinden ithal bir çeşit gözlük benim için. Çok ucuz ve kalitesiz bir gözlük olduğundan ve de gözleri bozmasından sebep çoğu zaman optik yanılgılara neden olabiliyor. Büyük olanı değersizleştirirken küçük olanı alıp tepemize yerleştirebiliyor. Bir medya aygıt geleneği olarak baskın olan büyük biraderin atmosfere bıraktığı koku bu. Burnuna gelen pis kokuyu alabiliyorsun ama işte orantısız şekli, deforme edileni, ya da tamamen değiştirilmiş olanı fark edemiyorsun. Güneşli bir pazar günü dışarı çıkıyor ve yolun Haliç kıyılarına düşüyor mesela. Etrafta güzel vakit geçireyim derken, üçerli-beşerli gruplar halinde gezen, kentli acemi seyyahların Haliç’e bakarak kendi aralarında yaptıkları konuşmaları, ”Bizans’ın içi altın dolu batıklarını çıkarırken nasıl bir teknik kullanmamız gerekiyor acaba” temalı istişarelerini duyabiliyorsunuz. Oysa Haliç’in üstünü örten gözlüğü kaldırabilse, gözlüğü-suyu aralayıp bakabilseler durum bir hayli değişecek. Aslında bakılmasına bakılıyor da, tatlı olanı bu gözlükle bakmak sanırım? Envai çeşit plastik atık, yosun tutmuş klozet kapakları, içinde çürümüş, artık unufak olup başka başka hallere bürünmüş, eskinin gıdası şimdinin ise parazit üreme hanesi kokuşmuş artıkları taşıyan çuvallar ve daha bunun gibi muhtelif şeyleri görmek insanda güzel duygular uyandırmaz nihayetinde.

90′lar pop benim kuşağımda ve bir önceki kuşakta güzel şeyler bıraktı. Yani, işte, sanki, öyle gibi… Şimdi burada 90′lar pop’un o kendine has yapısını ve şükela örneklerin tamamını konuşmayacağız, ama arkeoloji ve arkeoloji algısı için vurucu hareketleri gösterebilir,  popüler müziğin arkeolojiyle olan yakınlığını numuneler eşliğinde az da olsa konuşabiliriz sanırım:

İlk örnek Hakan Peker‘den Ateşini Yolla Bana adlı şarkı. Daha doğrusu bu şarkı için çekilen klip, buyursunlar:

(BKZ: Ateşini Yolla Bana orjinal klip)

Dediğim gibi şarkının sözleriyle pek işimiz yok. Hani belki ”şu zaman, bu zaman, çok zaman, evvel ve x zaman” gibi sıfat tamlamalarıyla paslaşılabilir (?) ardın sıra, ”ona buna çok zaman inandım” sözleri ve hemen akabinde bahsedilen -olumsuz anlamdaki- tamamına eremedim durumuyla inanç tarihine uzun ve de anlamlı bir orta açabilirsiniz ama yemez (Yemezler yani). Aslolan klip.

Mekanımız Ephesos. Klip, Celsus Kütüphanesi önünde yanarlı-dönerli hareketler yapan -sanırım bu bir çeşit dans ritüeli- ve bu sayede birtakım mesajlar veren gizemli ve mitolojik bir hatun kişisi ile başlar. Ara sekanslarda ise daktilo başında artık çalışmaktan gına gelmiş, yuvarlak ve kocaman camları olan gözlüklere sahip, belli ki bir derdi, geçmişe dair bir sorusu olan ve dahi araştırma yapan bir er kişisi vardır. Evet evet, tabii ki de bu er kişisi arkeologtur. İlerleyen bir ya da iki sahne sonrasında ise, antik tiyatronun orta yerinde o bizim bildiğimiz Hakan Peker olur bir anda. Bu arada klip işlemeye devam ediyor bittabi. Güzel yazlık mavi bir ceket, Hakan Pekervari figürler vs. Ve bu esnada, yani Hakan Peker tiyatroda bunlarla meşgulken, mistik güzel boş durmayıp arkeologumuzun peşine düştüğü  gizemi aydınlatmada kullanılabilecek çok önemli bir ipucunu odasındaki masasına, hemen daktilonun yanına bırakır. Tiyatroda Hakan Peker‘ken oteldeki odasına geldiğinde hemencecik arkeolog olan şahıs ise (Şizofren sanırım, kendini Hakan Peker zanneden kafası kırık, ya da alt benlik-üst benlik çatışması yaşayan bir meslektaşımız da olabilir ehe) bu sevindirici olayı yüzünde hafif bir tebessümle karşılar ve atlar 4×4′e dere-tepe keşfe çıkar, sonunda Mermerli Cadde‘ye ulaşır (Yani bunu nasıl yapar kimseler bilmez, açıklayamaz, buraya ulaşmak için tiyatrodan çıkıp elini kolunu sallaya sallaya iki-üç adım atması kafiyken boşuna benzin israfı, hiç işte). Klibin sonlarına geldiğimizde gizemli/mistik hatun kişisi bir o yanda bir bu yanda görünüp kaybolurken ve bu yolla meslektaşımızı peşine takıp bilimsel yayın için ayırdığı-ayıracağı vakti yerken, işte tam da o an, ta-ta-ta taaa! Kız hayâl-meyal ya da gerçekdışı mistik bir şey değilmiş aslında. Yöredeki turistik işletmelerin ev sahipliğini yaptığı antik temaya sahip animasyonlarda görev alan ve bu sayede harçlığını çıkaran bir üniversite öğrencisidir ve İstanbul Üniversitesi İşletme 3. sınıftadır.

Çıkan Sonuç: Arkeolog cepli yelek giyer bunu biliyorsunuz anlatmaya gerek yok. Bir ikinci mesaj, -bu bizim için- boşuna oraya buraya bakmayın, engebeli uzun yollar, dere-tepe gitmeler falan bunlara hiç gerek yok. Aradığınız her şey burnunuzun dibinde (Üstüme gelmeyin en iyimser şey buydu).

İkinci sıraya Harun Kolçak‘ı ve Vermem Seni adlı şarkısını yerleştiriyorum. Önceki örnekte olduğu üzre bunda da şarkının sözleriyle ilinti kurmakta zorluk çekiliyor. Klip:

 (BKZ: Vermem Seni orjinal klip)

Bir adet İstanbul Arkeoloji Müzeleri binası, bir adet müzeye eskiz çalışmaya gelmiş güzel sanatlar öğrencisi ya da sanatkar (Abla oluyor bu) ve son olarak öğrenciyi rahatsız eden sempatik-metafizik bir varlık (Abi oluyor bu).  Abla müzeye muhtelif zamanlarda eskiz çalışmaya gelmekte, ama her defasında korkmasına sebep metafizik olaylar yaşamakta. Üstüne leylimleylim uçarak gelen renkli çiçek demeti mi dersiniz, katalog karıştırdığı esnada sayfaların birindeki fotoğraftan üstüne doğru ilerleyen ve ne/kim olduğu anlaşılamayan -tövbe bismillah- belirsiz şey mi dersiniz hepsi var. Bahçedeki lahitlerin yanında karşısına Eski Şark Eserleri Müzesi‘ne ait binayı alıp eskiz çalıştığında (Sanırım heykel çalışmaktan sıkılmış binayı çalışıyordu o esnada), bildiğin halis-muhlis tacize uğrar.

Bir önceki kliple olan kuvvetli bağ gözden kaçmamalı. Her iki klipte de işini, araştırmasını, alıştırmasını vb yapmak isteyen genç dimağlar -ilk evvel bakıldığında- birtakım gizil güçlerce engellenmeye çalışılıyor ya da bu tip şeylerle oyalanmak zorunda kalıyorlar. Yalnız yine aynı şekilde, bu son klipte de, aslında metafizik olanın/zannedilenin maddeler dünyasında bir karşılığının bulunduğu görülüyor. Final sahnesinde, klibin başından beri gözle görülmeyen Sevimli Hayalet Harun Abi görünür olmuş ve ablamızla karşılıklı gülüşmüştür (Seni hınzır senii). Yalnız bu bağlam çok kısa tutulduğundan dikkati dağınık seyircinin güçlü bir şekilde bunu anladığını zannetmiyorum. Eksik bırakılmış.

Çıkan Sonuç: Bu tip müzelere gitmeden evvel bir kez daha düşünün. Gösterdiklerimiz hava-cıva. Daha bunun karanlık dehlizlere açılan tünelleri var, antik dönemlerden kalma bubi uzakları var, içinde dev timsahların bulunduğu havuzlar falan… Fiyuu, neler neler. Bu hanım kızımız şanslıydı, Sevimli Hayalet Harun Abi‘ye denk geldi.

Şimdi ise, İzel ve Hasretim adlı şarkının klibi:

(BKZ: Hasretim orjinal klip)

İzel ablamız belki kıta Hellas‘taki herhangi bir şehirden kral kızı, belki de Olympos‘un gazabına uğramış bahtı kara bir güzel. Bilmiyoruz. Ama vahşi Amazonlarca yakalanıp bir adada (Şile Kalesi, Ocaklı Ada) esir edildiği, zincire vurulduğu, yani böylesi bir mitolojik tema sabit. Gerçi bu tema, İzel ablamızın imdat istediği Şileli balıkçı, işbu abimizin yardım çağrısı için harekete geçip Şile balıkçı korunağını arşınlaması ve balıkçılardan istihbarat toplamaya çalışmasıyla anakronik bir hâl alıyor. Ama olsundur. Balıkçı korunağı ile İzel‘in esir edildiği mekan arasındaki uzunluğun iki kürek çekme mesafesinde olduğu anlaşılır.

Çıkan Sonuç: İnsanı Şile’de bile rahat bırakmıyorlar. Adam büyükşehrin trafiğinden, yoğun ve bunaltıcı iş temposundan, iş kulelerinden, fast food’tan ve dahi kadınlardan bıkmış-usanmış da buralara yerleşmiş balıkçılık yapıyor. Durduk yere neden bu adamı dert sahibi yapıyorsunuz zorunuz nedir. Hani yarın-bir gün biz de sıkılıp buralardan uzaklaşmayı istesek bunları mı yaşayacağız: Klibe göre evet.

Bunlar 90′lar pop’tu. Bomba olanı sona sakladım o biraz daha farklı. Bizim Oğlan:

(BKZ: Beni Bırakın orjinal klip)

Memleketin en sağlam erkek seslerinden biri olan (Bu iddia için tilyon tane alıntı da yapmak isterdim ama gerek yok şimdi, bilen biliyor) Levent Yüksel abimiz Beni Bırakın şarkısı ile dönem içinde sağlıklı bir tarih algısı yaratmayı hedeflemiş ve ardın sıra kültürel mirasa ve kültürel mirasın korunmasına dikkatleri çekmiştir. Ayrıca şarkı, Türk-Pop klasikleri arasına girmeyi başarmıştır. Şöyle ki:
                


     Yüreğim sokaklarda, eskiyen taşlar gibi duruyorum, duruyorum                                            



      İniyor perde perde gecenin koyu rengi korkuyorum, korkuyorum




      Sustu haykıran şehir son kuşlar havalandı




      Oysa ben seni seni seni bekliyorum




      Eksildi ömrümüzden kim bilir kaçıncı gün




      Oysa ben seni seni seni hala seviyorum, seviyorum




    Beni bırakın beni bırakın beni bırakın bu caddelerde




     Beni bırakın beni bırakın yıkılan eski meyhanelerde


Sinemalarımız, meyhanelerimiz, parklarımız, tiyatrolarımız, meydanlarımız. Yıkılıyor, değiştiriliyor, içeriği anlamsızlaştırılıyor. Oysa bunların hepsi bize ait, İstanbul bizim. Farkında olun, farkındalık yaratın.

Not: Ben bunları karalarken Taksim Gezi Parkı’na dair havadisler dönüyordu sosyal medyada. Parkın yıkımı için iş makinalarının harekete geçtiği iddia olunuyor.

*Bu yazı 28 Mayıs 2013 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder