Okan Sezer
Popüler kültür buralara hiç de ait olmayan fantezi dünyasının birinden ithal bir çeşit gözlük benim için. Çok ucuz ve kalitesiz bir gözlük olduğundan ve de gözleri bozmasından sebep çoğu zaman optik yanılgılara neden olabiliyor. Büyük olanı değersizleştirirken küçük olanı alıp tepemize yerleştirebiliyor. Bir medya aygıt geleneği olarak baskın olan büyük biraderin atmosfere bıraktığı koku bu. Burnuna gelen pis kokuyu alabiliyorsun ama işte orantısız şekli, deforme edileni, ya da tamamen değiştirilmiş olanı fark edemiyorsun. Güneşli bir pazar günü dışarı çıkıyor ve yolun Haliç kıyılarına düşüyor mesela. Etrafta güzel vakit geçireyim derken, üçerli-beşerli gruplar halinde gezen, kentli acemi seyyahların Haliç’e bakarak kendi aralarında yaptıkları konuşmaları, ”Bizans’ın içi altın dolu batıklarını çıkarırken nasıl bir teknik kullanmamız gerekiyor acaba” temalı istişarelerini duyabiliyorsunuz. Oysa Haliç’in üstünü örten gözlüğü kaldırabilse, gözlüğü-suyu aralayıp bakabilseler durum bir hayli değişecek. Aslında bakılmasına bakılıyor da, tatlı olanı bu gözlükle bakmak sanırım? Envai çeşit plastik atık, yosun tutmuş klozet kapakları, içinde çürümüş, artık unufak olup başka başka hallere bürünmüş, eskinin gıdası şimdinin ise parazit üreme hanesi kokuşmuş artıkları taşıyan çuvallar ve daha bunun gibi muhtelif şeyleri görmek insanda güzel duygular uyandırmaz nihayetinde.
Popüler kültür buralara hiç de ait olmayan fantezi dünyasının birinden ithal bir çeşit gözlük benim için. Çok ucuz ve kalitesiz bir gözlük olduğundan ve de gözleri bozmasından sebep çoğu zaman optik yanılgılara neden olabiliyor. Büyük olanı değersizleştirirken küçük olanı alıp tepemize yerleştirebiliyor. Bir medya aygıt geleneği olarak baskın olan büyük biraderin atmosfere bıraktığı koku bu. Burnuna gelen pis kokuyu alabiliyorsun ama işte orantısız şekli, deforme edileni, ya da tamamen değiştirilmiş olanı fark edemiyorsun. Güneşli bir pazar günü dışarı çıkıyor ve yolun Haliç kıyılarına düşüyor mesela. Etrafta güzel vakit geçireyim derken, üçerli-beşerli gruplar halinde gezen, kentli acemi seyyahların Haliç’e bakarak kendi aralarında yaptıkları konuşmaları, ”Bizans’ın içi altın dolu batıklarını çıkarırken nasıl bir teknik kullanmamız gerekiyor acaba” temalı istişarelerini duyabiliyorsunuz. Oysa Haliç’in üstünü örten gözlüğü kaldırabilse, gözlüğü-suyu aralayıp bakabilseler durum bir hayli değişecek. Aslında bakılmasına bakılıyor da, tatlı olanı bu gözlükle bakmak sanırım? Envai çeşit plastik atık, yosun tutmuş klozet kapakları, içinde çürümüş, artık unufak olup başka başka hallere bürünmüş, eskinin gıdası şimdinin ise parazit üreme hanesi kokuşmuş artıkları taşıyan çuvallar ve daha bunun gibi muhtelif şeyleri görmek insanda güzel duygular uyandırmaz nihayetinde.
90′lar
pop benim kuşağımda ve bir önceki kuşakta güzel şeyler bıraktı. Yani,
işte, sanki, öyle gibi… Şimdi burada 90′lar pop’un o kendine has
yapısını ve şükela örneklerin tamamını konuşmayacağız, ama arkeoloji ve
arkeoloji algısı için vurucu hareketleri gösterebilir, popüler müziğin
arkeolojiyle olan yakınlığını numuneler eşliğinde az da olsa
konuşabiliriz sanırım:
İlk örnek Hakan Peker‘den Ateşini Yolla Bana adlı şarkı. Daha doğrusu bu şarkı için çekilen klip, buyursunlar:
(BKZ: Ateşini Yolla Bana orjinal klip)
Dediğim gibi şarkının sözleriyle pek
işimiz yok. Hani belki ”şu zaman, bu zaman, çok zaman, evvel ve x zaman”
gibi sıfat tamlamalarıyla paslaşılabilir (?) ardın sıra, ”ona buna çok
zaman inandım” sözleri ve hemen akabinde bahsedilen -olumsuz anlamdaki-
tamamına eremedim durumuyla inanç tarihine uzun ve de anlamlı bir orta
açabilirsiniz ama yemez (Yemezler yani). Aslolan klip.
Mekanımız Ephesos. Klip, Celsus Kütüphanesi
önünde yanarlı-dönerli hareketler yapan -sanırım bu bir çeşit dans
ritüeli- ve bu sayede birtakım mesajlar veren gizemli ve mitolojik bir
hatun kişisi ile başlar. Ara sekanslarda ise daktilo başında artık
çalışmaktan gına gelmiş, yuvarlak ve kocaman camları olan gözlüklere
sahip, belli ki bir derdi, geçmişe dair bir sorusu olan ve dahi
araştırma yapan bir er kişisi vardır. Evet evet, tabii ki de bu er
kişisi arkeologtur. İlerleyen bir ya da iki sahne sonrasında ise, antik
tiyatronun orta yerinde o bizim bildiğimiz Hakan Peker olur bir
anda. Bu arada klip işlemeye devam ediyor bittabi. Güzel yazlık mavi
bir ceket, Hakan Pekervari figürler vs. Ve bu esnada, yani Hakan Peker
tiyatroda bunlarla meşgulken, mistik güzel boş durmayıp arkeologumuzun
peşine düştüğü gizemi aydınlatmada kullanılabilecek çok önemli bir
ipucunu odasındaki masasına, hemen daktilonun yanına bırakır. Tiyatroda Hakan Peker‘ken oteldeki odasına geldiğinde hemencecik arkeolog olan şahıs ise (Şizofren sanırım, kendini Hakan Peker
zanneden kafası kırık, ya da alt benlik-üst benlik çatışması yaşayan
bir meslektaşımız da olabilir ehe) bu sevindirici olayı yüzünde
hafif bir tebessümle karşılar ve atlar 4×4′e dere-tepe keşfe çıkar,
sonunda Mermerli Cadde‘ye ulaşır (Yani bunu nasıl yapar
kimseler bilmez, açıklayamaz, buraya ulaşmak için tiyatrodan çıkıp
elini kolunu sallaya sallaya iki-üç adım atması kafiyken boşuna benzin
israfı, hiç işte). Klibin sonlarına geldiğimizde gizemli/mistik hatun kişisi
bir o yanda bir bu yanda görünüp kaybolurken ve bu yolla meslektaşımızı
peşine takıp bilimsel yayın için ayırdığı-ayıracağı vakti yerken, işte
tam da o an, ta-ta-ta taaa! Kız hayâl-meyal ya da gerçekdışı mistik bir
şey değilmiş aslında. Yöredeki turistik işletmelerin ev sahipliğini
yaptığı antik temaya sahip animasyonlarda görev alan ve bu sayede
harçlığını çıkaran bir üniversite öğrencisidir ve İstanbul Üniversitesi
İşletme 3. sınıftadır.
Çıkan Sonuç: Arkeolog cepli yelek giyer
bunu biliyorsunuz anlatmaya gerek yok. Bir ikinci mesaj, -bu bizim için-
boşuna oraya buraya bakmayın, engebeli uzun yollar, dere-tepe gitmeler
falan bunlara hiç gerek yok. Aradığınız her şey burnunuzun dibinde
(Üstüme gelmeyin en iyimser şey buydu).
İkinci sıraya Harun Kolçak‘ı ve Vermem Seni adlı şarkısını yerleştiriyorum. Önceki örnekte olduğu üzre bunda da şarkının sözleriyle ilinti kurmakta zorluk çekiliyor. Klip:
(BKZ: Vermem Seni orjinal klip)
Bir adet İstanbul Arkeoloji Müzeleri
binası, bir adet müzeye eskiz çalışmaya gelmiş güzel sanatlar öğrencisi
ya da sanatkar (Abla oluyor bu) ve son olarak öğrenciyi rahatsız eden
sempatik-metafizik bir varlık (Abi oluyor bu). Abla müzeye muhtelif
zamanlarda eskiz çalışmaya gelmekte, ama her defasında korkmasına sebep
metafizik olaylar yaşamakta. Üstüne leylimleylim uçarak gelen renkli
çiçek demeti mi dersiniz, katalog karıştırdığı esnada sayfaların
birindeki fotoğraftan üstüne doğru ilerleyen ve ne/kim olduğu
anlaşılamayan -tövbe bismillah- belirsiz şey mi dersiniz hepsi var.
Bahçedeki lahitlerin yanında karşısına Eski Şark Eserleri Müzesi‘ne
ait binayı alıp eskiz çalıştığında (Sanırım heykel çalışmaktan sıkılmış
binayı çalışıyordu o esnada), bildiğin halis-muhlis tacize uğrar.
Bir önceki kliple olan kuvvetli bağ
gözden kaçmamalı. Her iki klipte de işini, araştırmasını, alıştırmasını
vb yapmak isteyen genç dimağlar -ilk evvel bakıldığında- birtakım gizil
güçlerce engellenmeye çalışılıyor ya da bu tip şeylerle oyalanmak
zorunda kalıyorlar. Yalnız yine aynı şekilde, bu son klipte de, aslında
metafizik olanın/zannedilenin maddeler dünyasında bir karşılığının
bulunduğu görülüyor. Final sahnesinde, klibin başından beri gözle
görülmeyen Sevimli Hayalet Harun Abi görünür olmuş ve
ablamızla karşılıklı gülüşmüştür (Seni hınzır senii). Yalnız bu bağlam
çok kısa tutulduğundan dikkati dağınık seyircinin güçlü bir şekilde bunu
anladığını zannetmiyorum. Eksik bırakılmış.
Çıkan Sonuç: Bu tip müzelere gitmeden
evvel bir kez daha düşünün. Gösterdiklerimiz hava-cıva. Daha bunun
karanlık dehlizlere açılan tünelleri var, antik dönemlerden kalma bubi
uzakları var, içinde dev timsahların bulunduğu havuzlar falan… Fiyuu,
neler neler. Bu hanım kızımız şanslıydı, Sevimli Hayalet Harun Abi‘ye denk geldi.
Şimdi ise, İzel ve Hasretim adlı şarkının klibi:
(BKZ: Hasretim orjinal klip)
İzel ablamız belki kıta Hellas‘taki herhangi bir şehirden kral kızı, belki de Olympos‘un gazabına uğramış bahtı kara bir güzel. Bilmiyoruz. Ama vahşi Amazonlarca
yakalanıp bir adada (Şile Kalesi, Ocaklı Ada) esir edildiği, zincire
vurulduğu, yani böylesi bir mitolojik tema sabit. Gerçi bu tema, İzel
ablamızın imdat istediği Şileli balıkçı, işbu abimizin yardım çağrısı
için harekete geçip Şile balıkçı korunağını arşınlaması ve balıkçılardan
istihbarat toplamaya çalışmasıyla anakronik bir hâl alıyor. Ama
olsundur. Balıkçı korunağı ile İzel‘in esir edildiği mekan arasındaki uzunluğun iki kürek çekme mesafesinde olduğu anlaşılır.
Çıkan Sonuç: İnsanı Şile’de bile rahat
bırakmıyorlar. Adam büyükşehrin trafiğinden, yoğun ve bunaltıcı iş
temposundan, iş kulelerinden, fast food’tan ve dahi kadınlardan
bıkmış-usanmış da buralara yerleşmiş balıkçılık yapıyor. Durduk yere
neden bu adamı dert sahibi yapıyorsunuz zorunuz nedir. Hani yarın-bir
gün biz de sıkılıp buralardan uzaklaşmayı istesek bunları mı
yaşayacağız: Klibe göre evet.
(BKZ: Beni Bırakın orjinal klip)
Memleketin en sağlam erkek seslerinden
biri olan (Bu iddia için tilyon tane alıntı da yapmak isterdim ama gerek
yok şimdi, bilen biliyor) Levent Yüksel abimiz Beni Bırakın şarkısı
ile dönem içinde sağlıklı bir tarih algısı yaratmayı hedeflemiş ve
ardın sıra kültürel mirasa ve kültürel mirasın korunmasına dikkatleri
çekmiştir. Ayrıca şarkı, Türk-Pop klasikleri arasına girmeyi
başarmıştır. Şöyle ki:
Sinemalarımız, meyhanelerimiz,
parklarımız, tiyatrolarımız, meydanlarımız. Yıkılıyor, değiştiriliyor,
içeriği anlamsızlaştırılıyor. Oysa bunların hepsi bize ait, İstanbul
bizim. Farkında olun, farkındalık yaratın.
*Bu yazı 28 Mayıs 2013 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder