10 Mayıs 2014 Cumartesi

Kon-Tiki: Bir Prehistorik Yolculuk

Okan Sezer

Prehistorik zamanlarda yapılan ”büyük” yolculuklar yine kendi içinde ”büyük” soru işaretleri barındırır. Bunlar arasında hem coğrafik anlamda hem de Anadolu Arkeolojisi’nin ilgi listesinde üst sıraları zorlamasından ötürü obsidyen ticareti ve bu ticaretin trafiği bize en yakını. Günümüzden 15 bin yıl önceye dayanan ve henüz binek hayvanların evcilleştirilmediği bir dönemde bir-iki insanın zor bela taşıyabilecekleri kütlesel obsidyen bloklarının yahut da Kaletepe gibi işliklerde şekillenen malzemelerin kilometrelerce uzaklığa, Orta Anadolu’dan işgal altındaki Filistin topraklarına nasıl taşındığı halen bilinmemekte. Bu tip, gizemi çözülmeyi bekleyen bir başka ünlü yolculuk ise hiç kuşkusuz; Amerika kıtasında gerçekleşen insan iskanı ve yayılımı. Bering Land Bridge baz alınarak oluşturulan kuzey-güney doğrultusundaki insan yayılımı günümüzden üç aşağı beş yukarı 16 bin yıl öncesinde start alıp önce kuzeyde Clovis tipi kültürleri oluştururken - sadece ama sadece- 1000 yıl içerisinde tüm kıtayı katedip Patagonya düzlüklerine nasıl ulaştı bilinmez. Engeli bol dağlık arazi, bu arazideki çetin doğa koşulları, dağlık arazi dışında kalan ve bilmeyen grupların girip de bir daha asla çıkamayacağı Amazon havzası vb nasıl aşıldı mesela. Piedro Museo’da bulunan ve yöredeki tembelimsi memeli hayvanları avlamakta kullanılan mızrak uçları ve Rio Pinturas’da bulunan mağara resimleri bu ”hızlı” ilerleyişin kanıtlarıdır bir bakıma.

Thor Heyerdahl, Norveçli kaşif, bilim insanı, aslında ”yaşamı kıskanılası insanlardan biri” demeli hakkında. Polinezya halklarının kültürel gelişimi üzerinde çalışmalar yürütüyor doktora aşamasında. Her araştırmacı gibi kendinden menkul analoji yöntemleri izlediği kesin. Filmde buna atıf yapılan küçük anekdotta, aslında Polinezya halkları ile Güney Amerika halklarının organik ilişkisine odaklanan karelerde Fatu Hiva adasından yaşlı bir kabile reisi (?) ile arasında geçen diyalog Polinezya ile Güney Amerika arasına yerleştirmiş olduğu analojinin fitilini ateşliyor. Kabile reisi (?) efsanelerinde geçen ve Güneş ile doğrudan akrabalık ilişkileri olduğuna inanılan ilah karışımı efsanevi karakterin (Tiki) -suyun arkasından- bu adaları kendilerine verdiğini, doğudan gelindiğini  söylediğinde Thor’un gözlerinde şafak atıyor. Adada bulduğu bir takım maddi kültür objelerinin de ona cesaret verdiği bariz. Tek bir sorunu vardır kafasında kurup bunu yazıla bir hale getirdiği tezinde; o da yaklaşık 8 bin km’den oluşan bir adet deniz yolculuğu.

Thor ilk evvel saygın bilimsel kuruluşları, akademileri arşınlıyor tezi için. Ama her defasında istenilen sonuç elde edilemiyor, üstüne üstlük ”bu dediğin çok komik, Polinezya halkının doğu değil batı kökenli olduğunu ilkokul çocukları dahi bilir” şeklindeki müstehzi budalalıklara muhatap olmak zorunda kalıyor. Son çare olarak geçmişte, geçmiş dönem topluluklarınca, bu uzaklık mesafesinde ve bu tipte deniz yolculuklarının yapılabilmiş olduğunu kanıtlamak için Kon-Tiki projesine girişiyor. Film ile gerçek hikayeyi birbirinden ayıran ana öge de bu sanırım (Hiç bir şekilde bin 947 yılında üç ayı aşkın bir zamanda gerçekleştirilen ve dönemin şartlarına uyacak -1500 yıl evvelki- teknolojik imkanlar dahilindeki deniz yolculuğuna ait gerçek ham görüntülere yer verilmemiş, gerçi burda  başka bir ek yapmak lazım gelir; filmde görülen ve gerçek hikaye-yolculuk ile bağlantısının olmadığı düşünülebilecek ve tamamen filmin kendi dili-hikayesi sanılabilecek karelerin hemen hemen hepsi ekspedisyon orjinli). Thor ve beş kişilik ekibi bu projeyi hayata geçirebilmek için maddi anlamda çok zorlanıyor öyle ki, sponsor bulabilmek adına Peru aristokratlarının kapısını çalıyor ve projeyi ”soyunuzun Polinezya’ya yapmış oldukları yolculuğu kanıtlayacağız” şeklinde özetlenebilecek ulusçu bir mantıkla sunuyor. Hoşuna gitmiş olacak zira aristokrat kesim Thor’a her türlü imkanı bir çırpıda ulaştırıyor.

Balsa ağaçlarından birbirine kenetlenmiş ve 6 kişilik mürettebatın sığabileceği ”ilkel” yelkenli nisan bin 947′de Peru’dan ayrılıyor ve ağustos bin 947′de 101 gün süren yolculuk sonrası Polinezya adalarına ulaşıyor. Salı hareket ettirebilecek yegane güç rüzgar ve ona yön verebilecek tek unsur kıçtaki ancak bir-iki kişi ile yerinden oynatılabilen dümen. İşbu teknoloji dışında salda modern zamanlara ait iki adet araç-aygıt daha var. Bunlardan birincisi pusula, bir diğeri ise telsiz. 1500 yıl önce yapıldığı düşünülen yolculuğun önceden bilinen, rotası çizilmiş belli bir yere doğru yapılmadığı, bunun yerine yeni ufuklar ve diyarlar arayan kolonicilerin kendilerine özgü cesaret ve davranış şekilleri ile belirlendiği ve de dönem insanının doğayı daha yakından tanımasına binaen kendi içinde ilerletip modern zamanlara yetiştiremediği yol yorumlama tekniklerini de işin içine katınca Thor ve ekibinin gerçekleştirdiği bu deniz yolculuğunun prehistorik zamanlardan çok da farklı olmadığını kabul etmek zorunda kalırız.

Orjinal görüntülerden oluşan diğer ”film” bin 951′de Oscar ödülü kazanıyor. Thor ve ekibi bu tip yolculukların yapılabilmiş olduklarını, bunun olasılığını kanıtlamış olsalar da bugün Polinezya halklarının kökenine dair baskın olan görüş Avustronezya seçeneği. Gen ve dil birliği açısından bu takım ada en batı ucu Madagaskar’da olacak şekilde Avustronezya yayılım alanına dahil ediliyor birçok araştırmacı tarafından. Bana kalırsa -büyük kısmı güncel filme dönük olacak şekilde- bu yolculuk ve bilhassa Thor Heyerdahl bir gerçeği simgeliyor. Aslına bakılırsa, körün dahi takdir edebileceği kolaylıkta, Thor modern insanı ve modern insanın korkularını, bu korkuların basitliğini ve doğa ile yaşam (insan) arasında kalan ölüm kalım savaşını tam anlamıyla yansıtmadığını, bunun yerine ”yapay” davranışlar geliştirdiğini gösteriyor. Küçük yaşlarda sırf eğlence ve arkadaş grubu arasında rüşt ispatlamaya dönük yapmış olduğu cesaret gösterisi ile sudan korkar olmuştu Thor ve işte bu nedenle yüzme de bilmiyor (Kon-Tiki yolculuğunda dahi yüzme yeteneği yok, ama daha sonra işbu yolculuk ile korkusunu atabilmiş midir bilmiyorum, araştırmadım). Prehistorik insanda ise bu tip zayıflıklar olmadığından ötürü zira doğa bir çeşit ölüm-kalım savaşı ve bu tipte, insan için belirli bir tür yeteneğin gelişmesini engelleyici nitelikler barındırmamasından kaynaklı, doğanın bir parçası olan deniz-okyanus kesinlikle aşılması mümkün olmayan birer barikat olarak görülmemiştir-görülmemiş olmalıdır ki bu seçenek akla en yatkını. Hülasa bu ve bu yolculuk; ilk evvel 1000 yıllık gibi kısa bi’ zaman dilimi içerisinde tüm kıtayı baştan aşağı dolaşabilen amerikanın ilk insan topluluklarını ve onların yolculuklarını daha iyi yorumlamamıza, ve dahi prehistorik dünyayı yorumlarken bizi yanlış yollara iten ”modern zaman-sıfır problem ve müthiş teknik, ilkel zaman-hardcore problem ve zayıf teknik” illüzyonuna yapılabilecek en bi’ en devrimci aşı. İzlenilesi.

Düzeltme: Daha önce KD3 olarak tanıtılan neolitik-obsidyen ticaret trafiği yazar tarafından herhangi bi’ heyecan halinde zikredilmiş-neşredilmiş olmalı. En azından yazar kişisi böyle tahmin ediyor-hatırlar gibi oluyor. Aslına bakılırsa mevzubahis KD3 de, B. Göllü Dağ eteklerine konuşlanmış bi’ çeşit istasyon ama paleolitik döneme hizmet etmiştir. Ve diğer neolitik işlik alanı ile olan mesafesi yükseklik-rakım ve metre cinsinden çok değil. Hemen hemen aynı paftalarda yer alır.

*Bu yazı 24 Aralık 2012 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder