Okan Sezer
Prehistorik zamanlarda yapılan ”büyük” yolculuklar yine kendi içinde
”büyük” soru işaretleri barındırır. Bunlar arasında hem coğrafik anlamda
hem de Anadolu Arkeolojisi’nin ilgi listesinde üst sıraları
zorlamasından ötürü obsidyen ticareti ve bu ticaretin trafiği bize en
yakını. Günümüzden 15 bin yıl önceye dayanan ve henüz binek hayvanların
evcilleştirilmediği bir dönemde bir-iki insanın zor bela
taşıyabilecekleri kütlesel obsidyen bloklarının yahut da Kaletepe gibi
işliklerde şekillenen malzemelerin kilometrelerce uzaklığa, Orta
Anadolu’dan işgal altındaki Filistin topraklarına nasıl taşındığı halen
bilinmemekte. Bu tip, gizemi çözülmeyi bekleyen bir başka ünlü yolculuk
ise hiç kuşkusuz; Amerika kıtasında gerçekleşen insan iskanı ve
yayılımı. Bering Land Bridge baz alınarak oluşturulan kuzey-güney
doğrultusundaki insan yayılımı günümüzden üç aşağı beş yukarı 16 bin yıl
öncesinde start alıp önce kuzeyde Clovis tipi kültürleri oluştururken -
sadece ama sadece- 1000 yıl içerisinde tüm kıtayı katedip Patagonya
düzlüklerine nasıl ulaştı bilinmez. Engeli bol dağlık arazi, bu
arazideki çetin doğa koşulları, dağlık arazi dışında kalan ve bilmeyen
grupların girip de bir daha asla çıkamayacağı Amazon havzası vb nasıl
aşıldı mesela. Piedro Museo’da bulunan ve yöredeki tembelimsi memeli
hayvanları avlamakta kullanılan mızrak uçları ve Rio Pinturas’da bulunan
mağara resimleri bu ”hızlı” ilerleyişin kanıtlarıdır bir bakıma.
Thor Heyerdahl, Norveçli kaşif, bilim insanı, aslında ”yaşamı
kıskanılası insanlardan biri” demeli hakkında. Polinezya halklarının
kültürel gelişimi üzerinde çalışmalar yürütüyor doktora aşamasında. Her
araştırmacı gibi kendinden menkul analoji yöntemleri izlediği kesin.
Filmde buna atıf yapılan küçük anekdotta, aslında Polinezya halkları ile
Güney Amerika halklarının organik ilişkisine odaklanan karelerde Fatu
Hiva adasından yaşlı bir kabile reisi (?) ile arasında geçen diyalog
Polinezya ile Güney Amerika arasına yerleştirmiş olduğu analojinin
fitilini ateşliyor. Kabile reisi (?) efsanelerinde geçen ve Güneş ile
doğrudan akrabalık ilişkileri olduğuna inanılan ilah karışımı efsanevi
karakterin (Tiki) -suyun arkasından- bu adaları kendilerine verdiğini,
doğudan gelindiğini söylediğinde Thor’un gözlerinde şafak atıyor. Adada
bulduğu bir takım maddi kültür objelerinin de ona cesaret verdiği
bariz. Tek bir sorunu vardır kafasında kurup bunu yazıla bir hale
getirdiği tezinde; o da yaklaşık 8 bin km’den oluşan bir adet deniz
yolculuğu.
Thor ilk evvel saygın bilimsel kuruluşları, akademileri arşınlıyor tezi
için. Ama her defasında istenilen sonuç elde edilemiyor, üstüne üstlük
”bu dediğin çok komik, Polinezya halkının doğu değil batı kökenli
olduğunu ilkokul çocukları dahi bilir” şeklindeki müstehzi budalalıklara
muhatap olmak zorunda kalıyor. Son çare olarak geçmişte, geçmiş dönem
topluluklarınca, bu uzaklık mesafesinde ve bu tipte deniz
yolculuklarının yapılabilmiş olduğunu kanıtlamak için Kon-Tiki projesine
girişiyor. Film ile gerçek hikayeyi birbirinden ayıran ana öge de bu
sanırım (Hiç bir şekilde bin 947 yılında üç ayı aşkın bir zamanda
gerçekleştirilen ve dönemin şartlarına uyacak -1500 yıl evvelki-
teknolojik imkanlar dahilindeki deniz yolculuğuna ait gerçek ham
görüntülere yer verilmemiş, gerçi burda başka bir ek yapmak lazım gelir;
filmde görülen ve gerçek hikaye-yolculuk ile bağlantısının olmadığı
düşünülebilecek ve tamamen filmin kendi dili-hikayesi sanılabilecek
karelerin hemen hemen hepsi ekspedisyon orjinli). Thor ve beş kişilik
ekibi bu projeyi hayata geçirebilmek için maddi anlamda çok zorlanıyor
öyle ki, sponsor bulabilmek adına Peru aristokratlarının kapısını
çalıyor ve projeyi ”soyunuzun Polinezya’ya yapmış oldukları yolculuğu
kanıtlayacağız” şeklinde özetlenebilecek ulusçu bir mantıkla sunuyor.
Hoşuna gitmiş olacak zira aristokrat kesim Thor’a her türlü imkanı bir
çırpıda ulaştırıyor.
Balsa ağaçlarından birbirine kenetlenmiş ve 6 kişilik mürettebatın
sığabileceği ”ilkel” yelkenli nisan bin 947′de Peru’dan ayrılıyor ve
ağustos bin 947′de 101 gün süren yolculuk sonrası Polinezya adalarına
ulaşıyor. Salı hareket ettirebilecek yegane güç rüzgar ve ona yön
verebilecek tek unsur kıçtaki ancak bir-iki kişi ile yerinden
oynatılabilen dümen. İşbu teknoloji dışında salda modern zamanlara ait
iki adet araç-aygıt daha var. Bunlardan birincisi pusula, bir diğeri ise
telsiz. 1500 yıl önce yapıldığı düşünülen yolculuğun önceden bilinen,
rotası çizilmiş belli bir yere doğru yapılmadığı, bunun yerine yeni
ufuklar ve diyarlar arayan kolonicilerin kendilerine özgü cesaret ve
davranış şekilleri ile belirlendiği ve de dönem insanının doğayı daha
yakından tanımasına binaen kendi içinde ilerletip modern zamanlara
yetiştiremediği yol yorumlama tekniklerini de işin içine katınca Thor ve
ekibinin gerçekleştirdiği bu deniz yolculuğunun prehistorik zamanlardan
çok da farklı olmadığını kabul etmek zorunda kalırız.
Orjinal görüntülerden oluşan diğer ”film” bin 951′de Oscar ödülü
kazanıyor. Thor ve ekibi bu tip yolculukların yapılabilmiş olduklarını,
bunun olasılığını kanıtlamış olsalar da bugün Polinezya halklarının
kökenine dair baskın olan görüş Avustronezya seçeneği. Gen ve dil
birliği açısından bu takım ada en batı ucu Madagaskar’da olacak şekilde
Avustronezya yayılım alanına dahil ediliyor birçok araştırmacı
tarafından. Bana kalırsa -büyük kısmı güncel filme dönük olacak şekilde-
bu yolculuk ve bilhassa Thor Heyerdahl bir gerçeği simgeliyor. Aslına
bakılırsa, körün dahi takdir edebileceği kolaylıkta, Thor modern insanı
ve modern insanın korkularını, bu korkuların basitliğini ve doğa ile
yaşam (insan) arasında kalan ölüm kalım savaşını tam anlamıyla
yansıtmadığını, bunun yerine ”yapay” davranışlar geliştirdiğini
gösteriyor. Küçük yaşlarda sırf eğlence ve arkadaş grubu arasında rüşt
ispatlamaya dönük yapmış olduğu cesaret gösterisi ile sudan korkar
olmuştu Thor ve işte bu nedenle yüzme de bilmiyor (Kon-Tiki yolculuğunda
dahi yüzme yeteneği yok, ama daha sonra işbu yolculuk ile korkusunu
atabilmiş midir bilmiyorum, araştırmadım). Prehistorik insanda ise bu
tip zayıflıklar olmadığından ötürü zira doğa bir çeşit ölüm-kalım savaşı
ve bu tipte, insan için belirli bir tür yeteneğin gelişmesini
engelleyici nitelikler barındırmamasından kaynaklı, doğanın bir
parçası olan deniz-okyanus kesinlikle aşılması mümkün olmayan birer
barikat olarak görülmemiştir-görülmemiş olmalıdır ki bu seçenek akla en
yatkını. Hülasa bu ve bu yolculuk; ilk evvel 1000 yıllık gibi
kısa bi’ zaman dilimi içerisinde tüm kıtayı baştan aşağı dolaşabilen
amerikanın ilk insan topluluklarını ve onların yolculuklarını daha iyi
yorumlamamıza, ve dahi prehistorik dünyayı yorumlarken bizi yanlış
yollara iten ”modern zaman-sıfır problem ve müthiş teknik, ilkel zaman-hardcore problem ve zayıf teknik” illüzyonuna yapılabilecek en bi’ en devrimci aşı. İzlenilesi.
Düzeltme: Daha önce KD3 olarak tanıtılan neolitik-obsidyen ticaret
trafiği yazar tarafından herhangi bi’ heyecan halinde
zikredilmiş-neşredilmiş olmalı. En azından yazar kişisi böyle tahmin
ediyor-hatırlar gibi oluyor. Aslına bakılırsa mevzubahis KD3 de, B.
Göllü Dağ eteklerine konuşlanmış bi’ çeşit istasyon ama paleolitik
döneme hizmet etmiştir. Ve diğer neolitik işlik alanı ile olan mesafesi
yükseklik-rakım ve metre cinsinden çok değil. Hemen hemen aynı
paftalarda yer alır.
*Bu yazı 24 Aralık 2012 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder