10 Mayıs 2014 Cumartesi

Steven Kuhn: Kültürel varlıkların korunması dünyanın birçok yerinde büyük bir problem

Okan Sezer

Steven Kuhn (solda) İsmail Baykara (sağda)
Hominid teknolojisindeki evrimsel değişimlerin ekolojik ve sosyal bağlamları, taş teknolojisi, statü ve prehistorik ”bilgi teknolojisi” gibi alanlarla ilgilenen Prof. Steven Kuhn, Türkiye’deki arkeoloji çevresinin tanıdığı bir isim. Uzun yıllar Üçağızlı Mağarası (Antakya) ve Kaletepe Deresi 3 (Niğde) adlı Paleolitik istasyonlarda çalıştı. Arazi çalışmalarının yanı sıra çeşitli yerleşmelerden alınma Paleolitik malzemenin atölye çalışmasına katılmış ve analizlerde bulunmuştur.

S. Kuhn, hâlen The University of Arizona – The School of Anthropology‘deki görevine devam etmekte ve  şu sıralar araştırma yaptığı coğrafyalardan biri olan Güney Asya’da bulunmakta. Genel olarak problemler (bürokratik işleyiş – arkeolojik işleyiş) üzerinde dönen sorularımla küçük de olsa kendisiyle mülakat yapabildim. Beni kırmayıp vakit ayırdığı için kendisine  bir kez daha teşekkür ediyorum.

Türk Kültür Bakanlığı’nın hazırladığı yönetmeliğe göre kazı evi, alanı ve kazı deposunun güvenliği kazı başkanınca sağlanmalı. Yerli araştırmacıların çalışmadıkları sezonlarda saydığımız alanların korunmasında müze ve bakanlık yardımcı olabilir şeklinde bir ifade var ama yabancı araştırmacıların çalışmaları için bu konuda bir ifade konulmamış. Sen Türkiye dışında da çalıştın. Çalıştığın ülkelerdeki ilgili bakanlıkların bu konudaki tutumu nasıldı? Sence bu tip şeyler kazı başkanının işi midir?

Birçok yerde kazıdan çıkan malzemenin depolanması işleminde kazı başkanının sorumluluk sahibi olduğuna dair bir şeyler biliyorum. Kazıların çıkan malzemenin depolanmasından sorumlu tutulması mantıklı, önce buluntular kazı alanına yakın bir yerde güvenlice ‘’saklanır’’ ve sonra müzeler ya da depolama tesisleri için para ödenmemiş olur.  Birleşik Devletler’deki arkeologlar müzelere ya da diğer depolama tesislerine ücret ödemek zorundadır malzemelerinin saklanmasını istiyorlarsa. Sitelerin korunması da para karşılığında yapılıyor ama bu çoğu zaman merkezi hükümetin işi olarak görülür. Neticede, önce siteyi korursunuz ve çok sonra kazarsınız. Çalıştığım diğer ülkelerde kazı alanının güvenliği için bekçi kiralamak tipik bir şey değildi.

Aynı yönetmelikte yerli-yabancı ayırt etmeksizin, ”Kazı Başkanı tarafından Türk bilim insanları arasından bir Kazı Başkan Yardımcısı belirlenir ve yıllık başvuru sırasında bu kişinin adı Genel Müdürlüğe bildirilir.” deniyor. Bu da yabancı kazılar için ekipte Türk bilim insanı barındırmayı zorunlu kılıyor. Öyle ki bu insan bakanlıkça birtakım yetkilere sahip oluyor. Türkiye’de yapmış olduğun geçmiş kazı deneyimlerinde bu durumu nasıl aştın? Bu henüz gerçekleşmedi ise olası bir durumda ne yapmayı düşünürsün?

Şimdiye kadar çalışmalarım yönetmelikten etkilenmedi. Ancak bana kalırsa, geçmişte Türk kazı takımlarıyla yakın işbirliği halinde çalışmamdan ve de kazı başkanının neredeyse her zaman bir Türk bilim insanı  olmasından ötürü olağan dışı bir örneğim ben. Bu durumu birkaç nedenden dolayı ben seçtim. Öncelikle, kimin kazı başkanı olarak yazılacağı benim için önemli değil, önemli olan işin sürmesi ve iyi yapılıyor olması. İkincisi, şartlar elverdiğince yerel araştırmacılarla yapılacak her türlü işbirliği etik olarak doğru görünüyor. Üç, Türk öğrencilerin eğitimleri ve araştırma için birçok ihtimal doğabiliyor. Dört, bunu anlamak çok zor olmasa gerek, Türk araştırmacılar politik durumu ve kazı izni alma sürecini benden daha iyi anlıyorlar.

Ben ayrıca kazı başkan yardımcısı ve belirlenmesi konusunda çalışma yaptığın diğer ülkelerin tutumunu da öğrenmek istiyorum.

Evrensel, ortak bir kural bu. Birçok ülke (yerel) kazı başkan yardımcısını zorunlu kılıyor uluslararası projelere. Uygulamanın potansiyel problemi, uluslararası projelerin sayısını ülkede bulunan nitelikli yani bu tip işler için ehliyeti olan (yerel) yardımcı başkan sayısıyla sınırlamak. Uygulama kısıtlayıcı olursa yardımcı başkanlar için yoğun rekabet anlamına gelebilir bu ve birçok önemli proje durabilir yönetmeliğe uygun yardımcı başkan bulunamamasından dolayı. 

İçinde bulunduğumuz kazı sezonunda Türkiye’deki yerli ve yabancı meslektaşların bir hayli zorluk çekti (Bu bir klasik). Örneğin, kazılar bakanlık tarafından fiili olarak durduruldu bir süreliğine. Türkiye’de çalıştığın kazı sezonlarında seni en çok ne zorladı?

Uluslararası araştırmacılara özel araştırma vizesi veren sistem çok karmaşık ve bazen oldukça yavaş. Vize işlemleri sırasında yaşanan gecikmelerden dolayı normal şartlarda yapacağımız masraftan daha fazlasını yapmak zorunda kaldık birçok kez. Bu para arazide daha iyi kullanılabilirdi. Bunların dışında çok daha büyük zorluklar yaşayan Türk ve yabancı araştırmacılar tanıyorum.  

Kaletepe Deresi 3 kazıları – Aşağı açma 2008
Yurt dışında arkeoloji kulisi var mıdır bilmiyorum ama ülkende ya da farklı ülkelerde, katıldığın konferanslarda meslektaşlarınla Türkiye ve Türk arkeolojisi hakkında yapmış olduğun en sık sohbet nedir? Meslektaşlarının Türk arkeolojisi hakkında yakındığı ya da övdüğü şeyler neler bunu bizle paylaşabilir misin? 

Arkeoloji kulisi ile tam olarak ne demek istediğini anlamadım. Ama uluslararası toplulukta Türkiye’deki yönetmeliğin oldukça karmaşık ve anlaşılmasının zor olduğuna dair genel bir izlenim var. Araştırma izinlerinin çok zor alındığı da bunları takip ediyor. Öte yandan uluslararası alanda Türkiye Arkeolojisi’ne büyük bir ilgi ve Türk bilim insanlarına da büyük bir saygı var. 

2002 yılında yayınladığın Paleolithic Archaeology in Turkey adlı makalende Türkiye’de bulunan Paleolitik istasyon alanlarındaki seyrekliği doğal nedenlerin haricinde araştırma noksanlığına da bağlıyordun. Aradan geçen on yılı aşkın sürede neler değişti? Haritaya baktığımızda bize birtakım soruların yanıtlanmasında yardımcı olabilecek yeni şeyler görebiliyor muyuz?

Bu makalenin yayınlandığı tarihten bu yana bazı gelişmeler yaşandı, ancak bunlar görmek istediklerimden çok daha az. Kaletepe Deresi 3’deki kazıları bitirdik, Karain ve Üçağızlı Mağaraları ile yeni projeler olan Direkli ve Sulu Mağaralarındaki kazılar devam ediyor. Doğu ve Batı Anadolu ile Trakya ve tabi ki Göllü Dağı’nın bulunduğu alanda ilginç yüzey buluntuları mevcut. Ancak ülkenin büyük çoğunluğu ya eksik biliniyor ya da neredeyse hiç keşfedilmemiş.

Kısmen araştırma eksikliği yansıyor, (şimdiye kadar) İstanbul ve Ankara olmak üzre Türkiye’de iki ana prehistorya departmanı vardı her zaman. İki kurum ya da takımın bu işi ne kadar yapabilecekleri sınırlı. Ben, hem hükümet tarafından ülkenin birçok küçük şehrine kurulan üniversiteleri hem de büyüyen özel üniversiteleri destekliyorum. Bu durum genç doktora öğrencilerine birçok fırsatla birlikte kendi takımlarını kurmalarını ve ülkenin farklı alanlarında çalışma yapmalarını sağlayacak.

Kaletepe Hominid göç rotasının çizilmesinde önemli, Anadolu’da bilinen nadir Paleolitik istasyonlardan biri. Tabaka vermesi önemini daha da arttırıyor. Yakın dönemde bilhassa Doğu Avrupa’da (Dealul Guran gibi) gerçekleştirilen Paleolitik keşiflerle tekrar eğildiğimizde son durumu, göç rotasını nasıl değerlendirmeliyiz kısaca bahsedebilir misin?

Hominidlerin Anadolu’ya yayılmalarındaki ekolojik ve zamansal bağlam göç rotasının çizilmesinde kullanılabilecek en önemli şeylerden biri bence ve bunu Türkiye’deki Paleolitik araştırmalarla elde edebiliriz. Büyük uluslararası araştırmalar, hominidlerin ne zaman ve nasıl yayıldıklarına ve onları çekirdek alanlara yayılmalarında neyin teşvik ettğini ya da geciktirdiğini anlamaya odaklanıyor. Orta Anadolu’nun Avrupa ile Afrika arasında bir rota olması çok bariz, ancak bu rota ekolojik anlamda zorlu bir alandan geçiyordu. Hominid nüfusunun Orta Anadolu’ya ne zaman ve nasıl yayıldığını öğrenmek Hominidlerin teknik ve bilişsel evrimleri hakkında bize çok önemli şeyler söyleyecek. 

Bu bağlamda Kaletepe malzemesini raflardan indirip tekrar incelemeyi ya da Orta Anadolu’da tekrar çalışmayı düşünüyor musun?

Uzun yıllar boyunca Türkiye ve Orta Anadolu’da tekrar çalışmayı umut ediyorum. Özellikle, phd seviyesinde güncel çalışmaları olan ya da ülkenin keşfedilmemiş alanlarında erken prehistorya üzerine yeni araştırma projelerine başlayacak olan  genç bilim insanlarıyla çalışmak için sabırsızlanıyorum. 

Şimdi soracağım soru diğerlerinden biraz daha farklı olacak. Bildiğin üzre Orta Doğu çalkantılı günler geçirmeye devam ediyor. Özellikle komşumuz Suriye ve Mısır yönetimleri otorite tesis etmekte zorlanıyor. Bu ülkelerdeki rejimlere karşı silahlı ve silahsız gösteriler düzenleyen İslamcı militanlar aynı zamanda kültürel mirası tehdit ediyor. Kimi antik eserler onların kontrolünde yağmalandı. Unesco haricinde kendi ülkelerinde ve diğer ülkelerde bu tip durumların kınanması ve daha etkili politikalar üretilmesi için çabalayacak uluslararası bir meslek yapılanması var mı?

Sadece Orta Doğu’da değil kültürel varlıkların korunması dünyanın birçok yerinde büyük bir problem. Bildiğim kadarıyla, Society for American Archaeology ve American Instiute of Archaeology gibi ulusal arkeoloji organizasyonları kendi ülkelerinde ürettikleri dar politik uğraşlara yoğunlaşıyorlar. Çeşitli ulusal organizasyonlar dünyanın hemen her yerinde bulunan kültürel mirasın korunması konusunda birleşebilseydi bu harika olurdu. Beri yandan iyimser de değilim yeteneklerinin ya da varlıklarının etki yapıp yapmayacağı sorusunda. Kültürel varlıkları tahrip edenler hakkında gerçek cezalar olmadığı müddetçe savaşın farklı taraflarında bulunan ülkeler bir grup arkeologun ‘’ayıplamasını’’ dinlemeyecektir.

*Bu röportaj 30 Ağustos 2013 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı. 
 

Decoding Neanderthals

Okan Sezer

NOVA, Birleşik Devletler merkezli, Amerika ve yüzün üzerinde ülkede televizyon üzerinden yayınlanan popüler bir bilim serisi. (Kâr amacı gütmeyen PBS üzerinden yayınlanıyor/örgütleniyor demek daha doğru olur). Decoding Neanderthals adlı tv-belgesel de bu yılın ocak ayında farklı ama birbirleriyle ilişkili disiplinlerde çalışan uzmanların birlikteliğiyle yayınlandı. Bugün artık bundan bilmem kaç yıl önceki Neanderthal algısı varolmasa da -hem akademide hem de kısıtlı toplumsal yapılarda- Kambriyan Patlaması’na ve bu sürecin açıklamalarına denk düşen, bu tip anlamlarla doldurulan, sanki olan-oluşan her şeyin bir anda, önceki dönemle olan ilişkilerini bıçakla kesermişcesine, ve buna benzer şekillerle varlığı açıklanan -en azından kimi yerlerde ima edilen- bilişsel/sembolik bir ”patlama” düşüncesi mevcut. Buna göre modern insanın sanat temalı tüm sembolik dünyası, yine bizzat kendisi tarafından bundan 30 bin yıl önce oluşturuldu. Geçmiş/tarihi anlamda hiç bir şeyden beslenilmeden, yani aniden, sembollerle düşünme ve sonsuz soyut dünya yaratıldı deniliyor bir anlamıyla.

M. Boule'ın açıklamalarıyla yapılmış Neanderthal illüstrasyonu
Duruma neden olan şeyler, birtakım yanlış/eksikli açıklamalar ve bunların kalıntıları. Bu sadece birinci neden aslında. La Chapelle-aux-Saints’de bin 908 yılında bulunan Neanderthal fosili her nedense barındırdığı fiziksel özelliklerden ötürü beğenilmemiş, kısıtlı da olsa günümüz modern insanı ile bağlarının olduğu kabul edilmiş lakin, -bu beğenmemezlikten ötürü sanırım-  çok fazla açıklama yapmaksızın döl vermeyerek soyunun tükendiği söylenmiştir hakkında. Buna benzer diğer örneklerle kötü bir şöhret kazanan Neanderthal işbu açıklamalardan ötürü kaba, zeka açısından noksan yani aptal olarak kurgulanmış ve düşünsel ürünler yaratamayacağına karar kılınmış. Bu tarihi neden dışında sanki gökten zembille inmiş gibi, ”sadece arkaik Sapiens’in vakıf olduğu ve pratik ettiği sanat-bilişsel patlama” düşüncesine neden olan bir ikinci örnek: Şimdiye değin şifreyi çözmeye yardım edebilecek bulunmamış/bulunamamış yeter sayıdaki  keşifler.

Belgeselde ise sözkonusu boşlukları dolduran/doldurabilen taze sayılabilecek keşifleri izliyoruz. Barcelona Üniversitesi’nde görevli prehistoryen Joao Zilhao’nun Cueva de los Aviones’de yapmış olduğu çalışmalar bunlardan biri. Mağara ilk kez bin 980′lerde kazılmış. Zilhao yapılan çalışmaları check edip tekrarlıyor, farklı açılardan bakmaya çalışıyor. Örneğin dip kısımlarından özenle delinmiş deniz kabukluları mağaranın en gözde buluntuları. Bedensel dekor ögesi denilerek rafa kaldırılmış. Zilhao bunlarla birlikte diğer tüm buluntuları tekrar indirip izlediğinde bazılarının üzerlerinde kırmızımsı farklı lekelere rastlıyor. Tipik Akdeniz kabuklusunda rastlanmaması gereken lekeler bunlar. Mikroskop altında incelediğinde pigment yapımında kullanılan doğal mineraller olabileceğini düşünüyor ve kimyasal analizlerin bitiminde ise artık bu lekelerin kesinlikle sözkonusu mineraller ile oluştuğunu biliyor. (Bu tipte eski ve raflara kaldırılmış malzemeler üstüne yapılan yeni laboratuvar çalışmalarından biri de Çin paleolitiğine ait. Avrupa kronolojisine göre üst paleolitiğe tarihlenen kuzey Çin’deki Shuidonggou yerleşmesi şu sıralar tekrar kazılıyor. 20. yy başlarında kazılmaya başlanan yerleşmede o tarihlerde çizili bir taş bulunuyor. Hatta işbu buluntu Henry Breuil tarafından da inceleniyor. Lakin Breuil de buluntunun üstündeki izlerden emin olamayanlardan. Şimdiki analizler ise bu izlerin insan elinden çıktığını gösteriyor. Bunun gibi eksik bırakılmış olmasını dilediğim bir başka şey de, lisans öğrencisiyken bulduğum taş topluluğu. Sevgili Mehmet [Özdoğan] hocam tarafından incelemiş velakin, ”bir şeyler söylemem için daha çok şey görmeliyim” şeklinde yorumlanmıştı.)

Pigmentlere sadece kabukluların üstünde rastlanmıyor. Kalem amacıyla kullanılmış olabileceğini düşündüğü birtakım hayvan kemiklerinin uç kısımlarında da bulunuyorlar.

Cueva de los Aviones'de bulunan Spondylus gaederopus türüne ait kırık deniz kabuğu. İç kısmında pigment izi/tortusu görülmekte

Kısa, fakat çubuğumsu ve pigment tortulu kemikler de işin içine katıldığında Zilhao için boyama kiti tamamlanmış oluyor. Böylesi bir anlam çıkarmanın hem görebilmek/fark edebilmek hem de yorum için çok zor olduğunun bilincinde olan Zilhao, işbu kriminal incelemeyi ve esasta buluntuları, ilk kez Sherlock Holmes hikayelerinde geçen ve cinayet tipi suçların çözümünde anahtar role sahip smoking gun adındaki zorlu  ipuçlarına benzetiyor. Tüm bu şeyler ise Neanderthal’in sembolik dünyasına birer kanıt Zilhao için (ve makul bulanlar için). Nasıl ki -belki şimdi modası geçti ama- iki rakip futbol takımının -bilhassa ulusal- taraftarları yüzlerini bayrağa-bayraklara, yani ait oldukları toprağa-anlama göre boyuyorlar, işte 40 ila 50 bin yıl öncesinin Neanderthal insanı da yüz ve vücutlarının çeşitli yerlerini bu nedenden ötürü boyuyordu.

Levolloisen alet kültürünün öncesinde kalan aletler-taş topluluğu için de sorulur, örneğin: acheuléen sapa takılıp kullanıldı mı? Bilinmiyor. Ama önceki araştırmalar neticesinde Orta Paleolitik'te mızrak tipi bileşik aletler yapıldığı biliniyor. Mızrak yapımı için uygun sağlamlıkta ve uzunluktaki ahşap çubuğun bir ağzı seçilerek işleniyor-aşındırılıyor ve yonga-alet buraya yerleştiriliyordu. Peki ya daha sonra? Tahmin edilen şey; deri ve ağaç kabuğu gibi organik maddeler ile -belki kimi denemelerde ağaç kabuklarından alınma doğal yapışkanımsı maddeler de ilave edilerek-  ucun mızrağın gövdesine ataçlandığı. Maastricht-Belvédère’da bulunan ve 250 bin yıl öncesine tarihlenen flint mızrak ucu işin rengini biraz daha değiştirdi. Leiden Üniversitesi’nde görevli prehistoryen Wil Roebroeks ve çalışma arkadaşı ucun dip kısmında tortulaşıp kalan farklı maddeye odaklanıyordu. İlk gözlemleri bunun bir çeşit çam ağacından alınma ve yapıştırıcı özelliği bulunan bitki özü olduğuna dönük. Kimyasal analizler ise tahmin ettiklerinin çok ötesinde. Bu tortu, evet, ağaçtan alınma bir bitki özü. Lakin öncesinde belli bir sıcaklıkta ısıtılmış. Öyle ki; Neanderthal klanı bitki özüne ısı vererek çözülmesini sağlıyor, sonrasında ise birbirine kenetlemek istediği iki farklı objenin arasına bunu yediriyordu. Isı ile birlikte yayılan ve yapışkan özelliği artan bitki özü ise belli bir süre sonra kuruyarak iki objeyi birbirine daha sıkı bağlıyordu. Roebroeks bunu dünyanın en eski bileşik aleti olarak tanımlıyor ve ekliyorlar: Bunu biz yapmadık, Neanderthaller yaptı.

Deniz kabuğuna yerleştirdiği doğal boyayla diğer klan üyesinin yüzünü boyayan Neanderthal birey, temsil, Decoding Neanderthals

Diğer arkeolojik kayıtlarla birlikte Metin Eren’in yaklaşık 6 yılını harcayarak uzmanlaştığı Levallois tekniği ve neticesinde Neanderthal insanın yakaladığı eşsiz ”mühendislik” yeteneğinin ve birikiminin daha açık anlaşılması, Svante Paabo ve ekibinin 30 bin yıllık örneklerden parça alarak gen bilim çalışması, ve neticesinde bilhassa FOXP2 olarak adlandırılan ve dil ile ilişkilendirilen genin bulunması ve Afrika hariç kalacak şekilde Asyalı ve Avrupalı (bu kıta kökenli) insanlarla olan gen uyumunun öğrenilmesi, Sapiens’e sabitlenen ve 30 bin yıl öncesinin sanatsal-bilişsel patlaması olarak sunulan -kimi yerlerde ima edilen- şeyin kendisini yalanlıyor tamamiyle.

Birçok farklı video paylaşım sitesinde bulunan (PBS’in kendi web sayfası da ziyaret edilebilir) belgesele rahatlıkla ulaşabilirsiniz. İzlemekte fayda var pişman etmez.

***

Zilhao, J., et al, 2010: Symbolic use of marine shells and mineral pigments by Iberian Neanderthals, PNAS.

*Bu yazı 9 Nisan 2013 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı. 

Suriye: Yağmalanacak Miras Listesi

Okan Sezer

Şam Ulusal Müzesi kırmızı alarma geçti ve müze görevlileri birçok arkeolojik eseri sergilendikleri camekanlardan alıp daha güvenli yerlere -bunun adı bir depo olabilir bilinmiyor- taşıdılar. Yaklaşık 2-3 ay önce oldu bunlar. Erken davranıp önlem almaları yerinde olmuş ki, Suriye Arap Cumhuriyeti Kültür Bakanı Lubana Mushaweh geçtiğimiz günlerde ulusal basın kuruluşu Tishreen’ye mülakat verdi: ”Kuzey Suriye’de Odyssey temasına sahip 18 mozaik ve yine Hama Müzesi envanterine kayıtlı Arami stil gümüş kaplı heykel ve muhtelif küçük buluntular çalındı (Aslında çalmak, hırsızlık yapmak daha masumane geliyor burası için, zira buradaki durum içerisinde sırf bu iş için organize olmuş irili-ufaklı gruplar, bu envanterin -ülke coğrafyasını izleyerek- farklı sınırlardan geçirilmesi, bu zorlu trafik vb aşamalar var. İşte bu yüzden bunun adı kültürel hırsızlık değil kültürel yağma. Tam da komşu Suriye’de dönen kirli savaşa ve Suriye Arap Cumhuriyeti’nin karşısında yer alan karanlık tiplere uygun olanı bu!).'' 

Mozaikler çatışma bölgelerinde yürütülen kaçak kazılardan elde edilmiş ve bakanın iddiasına göre bu mozaiklerin hemen hepsi şu an Lübnan-Suriye sınırında yeni alıcılarını beklemekte. Bu yağma trafiğinin tek güzergahı burası da değil. Unesco’nun Amman ofisi Suriye’deki kültürel miras ve işbu mirasın güvenliği için endişe etmiş olacak ki -daha taze- geçtiğimiz hafta toplandı. Ürdün Kraliyet Ailesi’ne mensup bilim aşığı?! ve hamisi kişilerin katılımıyla. Daha fazla önlem alınması istenirken yağma trafiğinin Suriye’nin dört bir tarafından/sınırından ilerletildiğini eklediler.

Interpol kayıtlarına da geçmiş olan yağmalanmış mozaik, Hama
Eserleri yağmalayan kim? Bu motivasyon için sadece para hırsı yetmez. Suriye topraklarına olan düşmanlık daha baskın bana kalırsa. Bir coğrafyanın -tümden- kurulu sanayi, askeri, bürokratik vb alanlarıyla birlikte tarihini, kültürel ve arkeolojik miras listesini kevgire çevirmek; arkaik bir kin ve bundan alınan esinlerle yapılıyor. Bunun adı vandalizm. Diğer adı da Selefilik. Bu şey ”mezhep” olarak da anılan bir çeşit İslam fırkası. Kelimenin kökenindeki selef’ten, ilk olmak sıfatından anlam kazanıyor. Onlara göre, onların metin analizlerine göre, Selefiler İslam’ın ilk ve en saf halini korumakta halen. Her şey İslam’ın en erken kuruluş yıllarındaki gibi yaşanmalı ve bu periyot harici, bu periyodu unutturan, deforme eden tüm görüş, okuma, maddi ve manevi yapılar yok edilmeli. Yanlış anlaşılmasın sakın. İşbu yıkım sadece İslam dışı inanç hareketlerine dönük değil, bizzat İslam tarihi içinde gelişim gösteren her türlü sosyal-dini harekete karşı da bir tehdittir.

Bu saldırganlığın dünya çapındaki en popüler örneği Afganistan’ın Bamyan Vadisi’nde -bir zamanlar- yükselen Buda heykelleri. Heykeller 2001 mart ayında start alacak şekilde yıkılmaya-yok edilmeye başlanıyor. Burda öylesine bir gözü dönmüşlük var ki hiç hesap etmeksizin-düşünmeden, o bahsettiğimiz arkaik öfkeyle, saldırının ilk evrelerinde uçaksavar mermileri kullanılıyor Taliban milislerince (Daha sonra durup düşünmüş olmalılar ki dinamit kullanıyorlar). Hatırlatmak isterim, bu heykeller ve vadi Unesco tarafından Dünya Kültür Mirası’na çok önceden alınmış ve saldırılar haftalarca sürüyor. Ve dalga geçer gibi ”yani birçok şeyi deniyoruz olmuyor ama olacak, heykeller dağa sıkı sıkıya bağlanmış adeta ataçlanmış”  tadında açıklamalar geliyordu Taliban sözcülerinden. Hiç kimsenin Unesco’dan supermanlik beklediği yok ama...

Bamyan Vadisi, saldırı öncesi-sonrası
Bu vandalizmin yakın zamanlardaki örnekleri arasında Libya coğrafyası gösterilebilir. Nato destekli muhalif gruplar ve yarattıkları kargaşa neticesinde, işbu muhalifler arasında yer alan Selefi çoğunluk, El-kaide bağlantılı silahlı birlikler Sufi cami ve türbelere zarar verdiler. Birçoğu yıkıldı bu saldırılar sonunda.

Yine bir başka örnek, aynı kıtanın diğer bir ülkesi olan ve şu anda Fransa öncülüğündeki batılı güçlerce askeri müdahale yaşayan Mali. Ülkenin kuzeyinde ve doğusunda hakim olan cihatçı El-kaide bağlantılı Ensar/Ansar Dine  tüm türbelere savaş açmış durumda. Liderleri olan Abou Dardar’ın bu durumun savunusu için basit bit izahı var: ”Mali’de tek bir türbe dahi kalmayacak. Allah onlardan hoşlanmıyor.”

Alma Arra Müzesi'ni ele geçiren isyancılar mozaikleri inceliyor
Suriye’de şimdiye kadar olan işleyiş -Selefi grubun tam anlamıyla ağırlığını koyamamasından ötürü olacak- ”yoğun” katliama benzer olmadı. Lakin Irak merkezli ve diğer örneklerde olduğu üzre El-kaide – Taliban – Selefi bağlantılı El-nusra cephesi adlı örgüt kuzey Suriye’de her geçen gün etkinliğini arttırmakta. Bu örgütün Irak’ta, Irak merkezi hükümetine, birçok tarihi taşınmazın önüne bir alay asker diktirtmişliği vardır taşınmazların herhangi bir saldırıya karşı savunulması için. Suriye’de ise Şii toplumuna ait türbeler, kutsal mekanlar saldırıya tabi tutulmuş ve tutuluyor, Halep’teki Umayyad Cami’nin minareleri keskin nişancıları tarafından pozisyon olarak kullanılıyor, kaybedildiğinde camiye ve caminin kimi kısımlarına saldırı düzenlemekten çekinilmiyor vs.  Ama buradaki işleyiş, hiç bir tarihi esere, arkeolojik envantere hayır duası okumadığını tahmin etmekte güçlük çekmediğimiz, hatta bildiğimiz isyancı yapı sayesinde, ”zaten yakıp yıkacaktık satalım paraya çevirelim” mantığı gütmekte şu sıra. Büyük yıkımları sona saklıyor olabilirler. Gerçi Halep’in eski şehri tanınmaz halde. Buna verdikleri yanıtlar pardon istemeden oldu ile ama bunu Esad güçleri yaptı arasında gidip geliyor. Suriye Arap Cumhuriyeti Kültür Bakanı her ne kadar kontrolümüz altındaki yerleşim yerleri ve buralardaki tarihi taşınmazlar ve müzeler koruma altında dese de Suriye'deki dünya kültür mirası ciddi tehdit altında. Bu tehdit arkeolojik kayıtlar nazarında tüm insanlığa ve ne tesadüftür?! yine aynı insanlığın tarihine duyulan kin ve nefretten ileri geliyor. Bu çok bariz önceki örneklerle birlikte. Bunu anlamak için arif olmaya da gerek yok hani (Zaten kontrolleri dışında kalan yerleri hiç düşünmeyelim bile?! Kaybolan birçok mozaik ve heykel Kuzey Suriye'den, isyancıların hakim olduğu bölgelerden).

Suriye tıpkı Anadolu örneğinde olduğu üzre insanlığın doğuşundan beri birçok konar-göçer ve yerleşik kültüre ev sahipliği yapmıştır. Afrika’dan çıkış yapan insan topluluklarının dünyaya yayılım trafiğinde önemli bir nokta olan Suriye, bu prehistorik topluluklara birçok istasyon sunarken, günümüzden yaklaşık 15 bin yıl önce iklimsel nedenlerden ötürü oluşan ve Neolitik Devrim öncesi çok önemli bir aşama-coğrafya olan Bereketli Hilal’in büyük kısmını sınırları içinde barındırmakta aynı zamanda. Yine bu döneme ait (Neolitik) önemli periyotların yaşandığı Fırat çevresi Djade, Jerf el-Ahmar ve Mureybet gibi önemli höyükleri içermekte.

Dünya Kültür Miras Listesi’nde altı adet yerleşim-citadel-kale bulunmakta Suriye sınırlarında. Bunlar; Palmyra, Eski Halep, Eski Şam, Krak des Chevaliers, Bosra ve kuzeydeki Ölü/Unutulan Şehirler. Farklı dönem ve kültürlere aitler. Hepsinin ortak özelliği ise büyük bir tehdit altında oluşları.

*Bu yazı 19 Şubat 2013 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı. 

Üst Paleolitik Kadın Formları: Yeni Yorumlar, Olasılıklar

Okan Sezer

Kıta Avrupası’nın Üst Paleolitik dönem sembolik dünyasında ikincil av hayvalarından sonra gelen en önemli obje kadın. Fildişi/mamut dişi gibi materyallerden yapılma ender bulunan oymalar olduğu kadar taş ve kilden yapılma taşınabilir örnekleri de sıklıkla bulunmuş-bulunuyor. Taşınabilir üç boyutlu formların dışında bir de, mağara ve kaya altı sığınağı tipi mekan içlerine çizilmiş-kazınmış iki boyutlu görseller de mevcut. Bunların birçoğu belli bir kompozisyon oluşturur vaziyette hem de. Şimdiye değin birçok kez yorumlandılar, olası senaryolara pay edildiler. Asia Minor’da daha sonra Kyble’ye evrildiği düşünülen ve kadınlığı-doğurganlığı yanisi basit bir üretim ekonomisine vurduğumuzda bereketi simgelediği düşünülen venüsler gibi bu formların da aynı amaç ile yapıldığı, içinin bu anlamlarla doldurulduğu söylendi sıkça. Bir başka yorumda, birebir dönem ihtiyaçlarına uygun ideal kadın formlarının, her figürinde beliren ve o figüre özgü kişisel özelliklerle sağlandığı, adeta bir portre çalışması yapıldığı söylendi. Oysa şimdilerde kadınlık ve doğurganlığın bu ikonografide (mid-upper paleolithic era) ana tema olmadığı düşünülüyor (1). Farklı ve yoğun olacak şekilde, formlardaki bireyselliğin toplumsal düşünceyi ilettiği iddia ediliyor ama nüans farklarıyla birlikte.

Geçtiğimiz ay, 21 ile 23 şubat tarihlerinde European Paleolithic Conference toplandı The British Museum’da. Konuşulan-tartışılan konulardan biri de kadın formları üstüne iddia olunan yeni görüşlerdi. Monperos Archaeological Research Center and Museum for Human Behavioural Evolution üyesi Sabine Gaudzinski-Windheuser ve çalışma arkadaşı Olaf Jöris, esasta kadınlık-doğurganlık misyonlu, üst yapıda buna tekabül eden bir motivasyonla değil de daha çok iletişim amaçlı toplumsal kimlik için kadın formlarının oluşturulduğu, daha doğrusu Late Magdalenian’da tamamlanan standartlaşmaya doğru ilerleyip bu amaca büründüklerini iddia ettiler. Konferans sırasında itirazlar olduğu kadar -hatta daha fazla olacak şekilde- kabul edişler, onaylayan tepkiler de geldi meslektaşları tarafından.

Formlar:

Kadın formları zaman içinde çokca değişiklik geçiriyor. Ünlü Willendorf Venüsü ile isimlendirilen stil, bireysel özelliklerin her figürinde değişik tonlara büründüğü, yapımı için uzun zaman harcandığı ve büyük dikkat istendiği açık formlarla biliniyor. Abartılı bireyselliğin dağılım alanında  ortak bağlamlara-anlamlara kapı kapattığı düşünülse de, aynı şekilde abartılı natural duruş, geniş kalçalar, büyük göğüsler, genital bölgeye yapılan vurgu, bir çeşit statünün göstergesi olan (Olasılık) özenle hazırlanmış saçların ve kemer, takı gibi objelerin figürün üstünde belirtilmesi vb bu formlardaki ortak özellikler. Kimilerince doğurganlık üzerinden dinsel üstyapının önemli unsuru olduğu iddia olunan formlar, Çek Cumhuriyeti’ndeki Dolní Věstonice yerleşmesi hariç olacak şekilde, gömülerle doğrudan bir ilişki taşımıyor.

Bin 968'de Gönnersdorf'daki kazılardan elde edilme formlar, kemik, boynuz ve mamut dişinden yapılma formlardan 13 numaralı olanı tamamlanmamış

Adı geçen yerleşmede, kadın bireye ait olduğu öğrenilen gömüden çok da uzak olmayacak şekilde, suratı deforme edilmiş olarak betimlenen figürin başı bulunmuştur (1). Middle Magdalenian’dan başlayacak şekilde de, bilhassa Merkez ve Doğu Avrupa’daki yerleşimlerde, günlük aktivitelerin yapıldığı domestik alanlarda bulunuyorlar. Formlar ise bu tarihte (15 ila 13 bin yıl önce) her figürine farklı şekillerle işlenmiş abartılı bireysel özellikler bir kenara bırakılarak, farklı birçok coğrafyada ortak bağlamları-anlamları yakalayacak şekilde standartlaşıyor. İlk önce Almanya’nın arkeolojik Gönnersdorf yerleşiminden öğrenilip bu isimle anılan tip, şematize edilmiş formlarla karakterize oluyor. Buna göre, abartılı doğallık kaldırılıyor şematize edilmiş vücut baskın oluyor. Formlarda Willendorf Stili’nde bulunan birincil cinsiyet unsur-organlar, yanisi genital bölge kaybediliyor, bunun yerine ikincil cinsiyet unsur-organlar, kadınlara özgü göğüs ve kalçalar kullanılıyor. Ama bunlar da önceki stilde olduğu üzre vurgulanmak için aşırı şişirilmemiş. Her ne kadar genital bölgenin üzerine toprak atılsa da fallus ve vulvar oymacılığına-çizimlerine ayrı bir şekilde-yerde devam ediliyor.

Willendorf-stil: naturalistik, Gönnersdorf-tip: şematik; Willendorf-stil:detaylandırılmış, Gönnersdorf-tip: şematize edilmiş; Willendorf-stil: bireysel, Gönnersdorf-tip: standart; Willendorf-stil: zaman tüketen yavaş üretim, Gönnersdorf-tip: hızlı seri üretim

(Üst Paleolitik mağara sanatındaki bu çalışmalar-betimlemeler daha eskilere tarihleniyor aslında.  Aurignacien’e  tarihlenen Fransa’daki Abri Castanet mağarasında, mağara duvarlarından kopma kaya bloklarının üstünde bulunan çizim 2005-2010 kazı sezonlarında tekrar yorumlanıyor ve bu çizimin bir çeşit vulvar olduğu iddia olunuyor ekibin çoğunluğunca. Araştırma ekibinin bir diğer üyesi Amy Clark ise bu çizimi vulvardan çok kiraza benzetiyor-sözlü/yazılı görüşme) Detay ne kadar düşürülüp kişisel özellikler kısılıyor ve şematize bir hâl alıyorsa, formun içine gömülen bağlam-anlam da o derece derinlere gizleniyor, kapalı bir hâl alıyor Gönnersdorf Tipi formlarda. Ama ayrı ayrı coğrafyalarda benzer anlamlara gelebilecek, bu tipte ortak mesajlar verebilecek standartlaşmayı yakalaması, işbu formların ortak-toplumsal özelliğini kesinleştiriyor. Sabine Gaudzinski-Windheuser ve Olaf Jöris tam da burada devreye giriyor.

Toplumsal Kimlik-İletişim Sistemi:

Formların şematize hale bürünmesi ve standartlaşması Late Magdalenian’da tamamlanıyor. Bu zaman dilimi Avrupa kıtasında iklimsel etkenlerin tetiklediği büyük çevresel değişikliklerin bir öncesine (Bu değişimden bir önceki istasyona) tekabül ediyor. Isının artması, buzulların erimeye başlaması vb, bitki ve hayvan dağılımını etkiliyor. Daralan kaynaklar da, etrafı kendisini tecrit eden dev alanlarla çevrili küçük-ekonomik nişleri oluşturuyordu. Bu ufalma farklı üst paleolitik toplulukları arasında belli bir rekabet ve yine toplulukların farklı farklı diğer topluluklarla ilişkilerinde menfaatlerine uygun düşecek şekillerle müttefiklik ve düşmanca ilişkiler yaratmış olabilir. Tüm bu ilişkiler de -gerçekleşmiş olduğunu farz edersek- Avrupa’ya yayılmış ekonomik nişlerin ve etraflarına konumlanmış farklı toplulukların, uydu istasyonların (Bunları uzak karakol olarak kabul edelim) ve kurulu sistemin diğer öğeleri arasında uzun mesafeli iletişimi zorunlu  kılmış olmalı.

Sabine Gaudzinski-Windheuser ve Olaf Jöris kadın formlarının bu tipte bir iletişimde, tek tek bireylerin toplumsal kimliklerini belli etmede kullandıklarını düşünüyor. X yabani havuç kökünün eskiye oranla daha az ve belirli yerlerde yetişmesi (Ki bu havuç kökünün, bizim şimdi kuracağımız hayali diş hastalığının tedavisinde kullanılan en önemli ilaç olduğunu varsayalım lütfen) bazı klanların bunlardan faydalanamayacağı anlamına geliyordu. Yalnızca ”ohlaklö” (Ren Nehri’ne dönem içinde verildiği farz edilen hayali isim olsun bu da) ötesinden gelen dost topluluk buna sahip olabilirdi mesela. Dost topluluk üyesi toplayıcı bu bağışlayışı tavrı, ihsan edilen bu ayrıcalığı da çantasında taşıdığı kimlik ile elde ediyordu. Benim yaptığım kurmaca şöyle dursun onlar; uzun mesafeli iletişim sisteminde kullanılan toplumsal kimlik olarak kurguluyor (mid-upper paleolithic) tüm bu kadın formlarını. Yeni bir yorum ve olasılık olarak hatrı sayılır bir yere kaldırmak durumunda kalıyoruz biz de.

1. Gaudzinski-Windheuser, S., Jöris, O., 2012: Centextualising the Female Image – Symbols for Common Ideas and Communal Identity in Upper Palaeolithic Societies: F. Wenban-Smith / F. Coward / R. Hosfield / M. Pope (Eds.), Settlement, Society, and Cognition in Human Evolution. Matt Pope. Cambridge University Press.

*Bu yazı 17 Mart 2013 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı. 


Mehmet Özdoğan ne demek istedi?

Okan Sezer

Neolitik dönem arkeolojisinde bırak Anadolu’da olmayı, tüm dünyada söz sahibi olan en önemli birkaç arkeologtan biri Mehmet hocamız. Çalışma yapmış olduğu alana ait teorilere hakimiyetinin dışında yine aynı alana getirmiş olduğu teorik yorumlarla, her teorinin kendi içinde taşıdığı tutarlılığa yapmış olduğu vurguyla bütünlüklü bakabilmiş birçok şeye. Aslında onu tanıtmak bile büyük güç ister. Memleket arkeolojisinin taşıdığı politik sorunlara dair birkaç kelam okursanız bir yerlerde bilin ki bu laflar ya Mehmet hocaya aittir yahut da ondan esin alınarak neşredilmiştir. O bir duayen anlayacağınız.

Tam adı Actual Archaeology Magazine Anatolia ve yayın dili de ingilizce olan bir dergiye sahibiz. Şu an elimde derginin 4. ve son sayısı var. Mehmet Bezdan isimli editöre sahip derginin bu son sayısı İnsanlığın İlk Adımları adını taşıyor. Bu sayının ana ekseni çekirdek merkezlerden biri Anadolu ve burdaki ”uygarlık” paketinin (Mehmet Özdoğan kazandirdi terminolojiye) batıya olan göçü. Güzel bir sayı aslında, alanına hakim araştırmacılar, -bizim için- ünlü isimler göze çarpıyor. Mehmet hocanın yazısı da Neolitizasyonu Anlama üst başlığına sahip, neolitik teriminin tarihinden ve yine neolitik dönemin kendi içindeki bölümlendirilmesinden başlayıp neolitik pakete ordan da çekirdek merkez Anadolu’ya geliyor. Yazının son pasajları Neolitik Kültürler ve Deniz ile isimlendirilmiş. Hoca burda, önceki kazılarda edindiğimiz bilgilerden, topladığımız buluntulardan çok farklı sonuçlar veren sualtı kazılarına, geçmiş-şimdi arasında değişen coğrafik sınırlarla atıf yapıyor ve şuna benzer şeyler ekliyor; ”sualtı arkeolojisi batıkları inceleyen, bu alanda uzmanlaşan dal ile yerleşim arkeolojisi olarak ikiye ayrılıyor, değişen kıyı çizgileri hasebiyle.”  Konu ilerliyor, nehirlerle taşınan dolguların koruyucu özelliğine, ordan da işbu nehirler üstüne kurulan barajların dolgulara dolaylı yoldan yaptığı menfi etkilere geçiliyor ve şu ifadeler kullanılıyor:

”Now, dams cut the flow of water of almost all the streams and the deltas on land lose ground and the fill covering and preserving the underwater Neolithic settlements are being eroded by flow and waves. In this way, the preserving fills are not being renewed. Neolithic settlements in Israel which were preserved by fills carried by the Nile River are the first examples for this case and because the settlements began to cease to exist rapidly, rescue excavations were started.”

Aslında özetin özeti, alıntının alıntısı şudur: Neolithic settlements in Israel which were preserved by fills carried by the Nile River are the first examples for this case and because the settlements began to cease to exist rapidly, rescue excavations were started.

Elimizde bir adet Nil nehri, Nil nehrinin taşıdığı dolgular, neolitik yerleşmeler ve tüm bunların yaşandığı İsrail var?! Nil nehri doğu Afrika’da bilmem kaç km boyunca uzanan ve Akdeniz’e dökülen güzide bir nehrimiz. Tarih içinde ve tabi tarih öncesinde birçok uygarlığı besliyor, yaşam kaynağı oluyor. Bildiğim kadarıyla da denize döküldüğü alanda oluşturduğu deltanın tamamı Mısır Arap Cumhuriyeti’nin sınırları içinde. Resmi olanı bu. Bir de tabi, kutsal metinlerde geçtiği söylenen, politik siyonistlerce şiar edinilen ve günümüz İsrail devletinin bayrağında iki kalın mavi çizgi ile simgelenen coğrafya mevcut. Buna göre yaradan Nil ve Fırat arasında kalan toprakları İbraniler’e tahsis etmiştir. Bir başka şey ise, -bence sakat yanı bariz görülebilen- günümüzden önce işbu topluluğunun sınırları çizilen alanda yaşamalarından ötürü coğrafik olarak bu terimin kullanılması, buna binaen oluşturulan ve resmi olmayan coğrafik terimlere bir örnek olması?!

Derginin künyesine baktığımda iki adet çevirmen gözüme çarptı. Yazı yayınlama politikası, şekli ve de şemali nedir bilmiyorum ama göze çarpan iki çevirmen, yazarların metni kendi anadillerinde yolladıklarını daha sonra da tezgahta bu kişilerce ingilizceye çevrildiğini düşündürüyor?! Pek sanmıyorum. Mehmet Özdoğan ne demek istedi? Onu da bilmiyorum?!

Değerlinin biri diyordu büyük yangınlar büyük kalabalıklarca görülür, mumun çıkardığı alev ise sessizdir, saklanır, dikkatli bakmayan göz-gözler onu göremez. E tabi benim şimdi bu söz ve işbu yukarıdaki durumdan beslenip birtakım politik çıkarsamalar yapmam bana kalırsa da sakıncalı. Sadece: Bilmiyorum. Belki de daha başka bi’ şey?! Benimkisi iyi niyetli anlama çabası o kadar.

Ee tabi, Nil’in taşıdığı alüvyonlar o kadar çok ve akıntısı da o kadar yüksek ve hızlı ki, İsrail’in Akdeniz açıklarında su altında kalmış Neolitik yerleşmelerin üstüne kadar taşıyor alüvyonları da olabilir?!

*Bu yazı 26 Ocak 2013 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı.
 

Amerika: Başından Beri Avrupalı?

Okan Sezer


İnsanoğlu maddeyi yorumlayıp benlik kazandığından beri belki onlarca belki de yüzlerce kez keşfetti kıta amerikasını tıpkı diğer coğrafyalar gibi. Elimizdeki somut veriler ve onların tartışma aşamasında yarattığı inanılmaz çekim alanı ve de geçmişi şimdinin koşulları ile düşünme hastalığı bazı şeyleri perdelemeye devam ediyor. Kaybolan yap-boz parçalarının hepsini bulmayı amaçlıyorsak eğer, şimdi ve geçmiş arasındaki ilişkinin sonsuza dek çözülemeyeceği anlamına gelen vilayete doğru süratle ilerliyoruz demektir.

Bin 900’lerin başında Amerika’nın yaklaşık 5000 yıl önce iskân edilmeye başlandığı düşünülüyordu. Bu düşünce -yeniden eskiye doğru olacak şekilde- kıtanın ilk kez İskandinav halklarınca Orta Çağ’da keşfedildiği ve kıtanın ilk kez Yeni Çağ’ın Avrupalı seyyahları tarafından keşfedilip bugünkü halini aldığı tezlerinden-düşüncelerinden sonra hâkim olmaya başlamış. Bu tarihten birkaç yıl sonra yapılan keşifler ise geçtiğimiz yüzyılın sonuna kadar sarsılmaz bir şekilde güçlü olacak, Amerika’nın ilk yerlilerini New Mexico yakınlarında alet çantasının büyük kısmını bırakmış olan Clovis Kültürü ilan edecektir. Günümüz bizon türünün soyu tükenmiş üyeleri ve yine mastodon vb hayvanların geçmiş üyelerinin avcılığı ile geçinen bu kültür sapa-takılır, iki yüzeyli ve uca doğru incelen uç ve geniş dilgi üretimi (1) ile karakterize olmakta. Yapımında egzotik hammadde kullanımı baskın olan geometrik uç üretimi dışında kemik tipi malzemelerden üretilmiş olan bız, nadir de olsa aynı organik-inorganik hammaddelerden yapılma burin ve borer tipi aletler de Clovis uzmanlarının çantasında bulunmaktaydı. Tüm bu buluntular günümüzden 13.500 yıl öncesine tarihleniyor. İşte sorun tam da burada başlıyor.

Pre-Clovis:

Öncül çalışmaları bin 950’lere (+15 -15 yıl) tekabül eden çeşitli kazılar yüzyıl sonunda sistemli ve bilimsel bir omurgada tutturuluyor ve atölye çalışmalarıyla ortaya çıkan tarihlendirmeler Amerika’nın ilk kolonicileri olarak sunulan Clovis Kültürü’nün pabucunu dama atıyordu. İçlerinde en önemlisi Oregon eyaletinde yer alan Paisley Mağaraları. Aslında bu keşif sadece olumsuz anlamda Clovis’in fiyakasını bozmuş gibi gözükse de Clovis’le inşa edilen Bering Land Bridge Hipotezi’nin elini ciddi şekilde güçlendirdi. Soyu tükenmiş at, deve ve çeşitli memeli kemiklerinin ortaya çıkarıldığı mağaralar günümüzden 14.500 yıl öncesine tarihlendi. Bu, buzul-buzularası geçiş dönemlerinde dünya su sistemindeki kütlesel çekilişlerle açığa çıkan kara köprülerinin ve buradaki önemli isim olan Bering Land Bridge’den kıta içlerine kuzey-güney doğrultusunda uzanan kolonici trafiğinin kanıtlanmasında, buna dönük tezlerin güçlendirilmesinde kullanıldı-kullanılıyor. Ve bir başka önemli şey olan DNA analizleri: Analizler günümüz ‘’modern’’ Asyalı’nın genomuyla sıkı ilişkiler taşıyor. Bir diğer önemli başlık ise hayvan göçleri. Aynı hipoteze göre kara köprüsünden yıllık olağan geçişlerini yapan hayvan sürüleri peşine Asyalı avcı-toplayıcı kabileleri taktı (Zira, insanoğlunun doğduğu yer değil doyduğu yer mekanı olmuştur! Toprağa yerleşiklik, epik anlatımlarla başı göğü delen ulus-devlet tek ve çok ama çok basit bir şeyden inşa edilmişti işin aslında).

Bin 970’lerin sonlarında Emanuel Manis isimli çiftçi tarafından bulunuyor. Amerikan Mastodon cinsi bireyin  kaburga kemiği olan arkeolojik buluntu Birleşik Devletler-Kanada sınırında (Buluntunun gün yüzüne çıktığı Olympic adlı yarımada Birleşik Devletler sınırlarındayken yarımadayı ayıran suyun karşı kıyısı Kanada’ya ait). Arkeolojik buluntu; zira kemiğe insan elinden çıkma mızrak (?) ucuna ait bir parça saplanmıştır. University of Copenhagen ve University of Texas A&M’in işbu buluntu üstüne birlikte yapmış olduğu çalışma geçtiğimiz yıllarda sonuç verdi ve uluslararası bilim dergisi Science’da yayınlandı (2). Çalışmaya göre kaburga parçası, günümüzden -aşağı yukarı- 14.000 yıl önceki av sezonundan arta kalma birkaç parçadan biri.

Tarihlendirme çalışmaları 2011 yılında Science'da yayınlanan uç saplı mastodon kemiği

Kuzey-güney doğrultusunda uzanan göç rotasına uygun, kıtanın ilk iskâncılarının  Asyalı olduğunu iddia eden hipotezle uyumlu bir diğer bölge Paisley Mağaraları ve uydularından yaklaşık 1000 km güneyde yer alan California açıklarındaki Channel Islands. Buradaki tarihlendirme ise Paisley’e göre daha yeni. Yaklaşık olarak günümüzden 11.500 ila 13.000 yıl öncesine dayanıyor. Hızlı kıyı yerleşimleri şeklinde servis edilen bu hipoteze göre iskân hareketleri günümüzden 15.000 ila 16.000 yıl önce başlıyor. Avustronezya gen-dil grubuna dahil edilen insan topluluklarınca yapılan bu iskân rota olarak; Endonezya adalarını, oradan daha kuzeye geçip Japon adalarını kullanıyor ve son olarak da Bering Boğazı’nın 1500 km güneyinden, belirtilen tarihlerdeki kıyı çizgilerini-sığ okyanus bölgelerini izleyerek Amerika kıtasının batı kıyılarına ulaşmakta. Devamında ise önce kıtanın merkezine daha sonra doğuya doğru genişledi işbu iskân. Kısaca ana hatları bunlar.

Velakin, tüm bu hipotezleri -bilhassa Bering Land Bridge- kanıtlayacak arkeolojik kanıtlar tam olarak bulunamadı. Unutmamalıyız ki Amerika kıtasının kökenine dair bu düşünce spekülasyonla temellendirilmiş olup arkeolojik kanıtlarla desteklenemiyor (1). Tahmin edilen transfer zamanlarında Bering Boğazı hiç bir canlı yaşamına uygun değil. Canlı yaşamından kasıt, uzun mesafeli geçişler için kullanılmaya müsait olmaması. Bering ile Amerika’nın en kuzeyinde kalan en eski -şimdilik- paleolitik istasyon arasında yaklaşık 3500 km uzunluğunda bir buzul kütlesi uzanmakta verilen tarihlerde. Bu hipotezi-hipotezleri spekülasyon kalıbına sıkıştıran diğer önemli unsur ise sözkonusu buluntu yerlerine tam tersi istikamette, 4000 km doğuda, Virginia eyaletinde yer alan Cactus Hill adlı paleolitik istasyonun keşfi. Sadece Cactus Hill de değil, güneyde Florida sınırlarında yer alan bir başka istasyon, Aucilla River. 14.500 yıl önceye dayanan radyokarbon tarihleri sunmakta Aucilla River buluntuları. Kuzeydeki Cactus Hill radyokarbon tarihleri ise 15.000 yıldan daha fazla öncesine yerleştiriliyor. Bu istasyonlar kıtanın batı ucundaki yerleşim yerlerinden en az 1000 yıl daha eski bi’ tarih/zaman sunuyor.

Başka Bir Yol?

Bin 970’lerde İspanya’nın kuzeyindeki Vasco-Cantabria bölgesinde ortaya çıkarılmış buluntular üzerinden Solutrean Kültürü tanımlayan Jelinek, Solutrean ile Clovis tipi taş teknolojisindeki büyük benzerliği gözden ırak etmiyor; yalnız Solutrean’in Clovis’den yaklaşık 6000 yıl daha eskiye tarihlenip bu iki kültür arasındaki zamansal boşluğu dolduracak buluntu yerlerinin olmaması ve dahi bu iki endüstri merkezi arasında aşılması güç gözüken Atlas Okyanusu’nun bulunması benzerliği ve Amerika’nın iskânı üzerine bir başka hipotezin inşasını sonlandıramıyor.

Kıta iskânına dönük hipotezler

Merkezde bulunan Clovis yerleşmesinin batısında kalan istasyonlara oranla daha eski tarihler-zamanlar veren yerleşmelerin yanı sıra, hızlı kıyı yerleşimleri ve kara köprüsü fikrini destekleyecek sağlıklı, dişe dokunur kanıtların olmaması, tahmin edilen göç rotası üstünde ara-konaklama istasyonlarının bulunamaması bin 990’ların sonlarında formüle edilen Solutrean Hipotezini daha çok düşünmemiz gerektiğini işaret ediyor. Bruce Bradley ve Dennis Stanford bu hipotezin öncülü ve en ateşli savunucuları. Doğuda (Clovis’e göre) kalan Atlantik kıyı koridorundaki keşifler daha eskiye dayanıyor ama, buluntuyu ilk inceleyen uzmanlar niteliksiz-zayıf, çört tipi malzemelerin kullanımından ötürü tanımlama yapmaktan ve ‘’iddialı’’ sayılacak şeyler söylemekten kaçınıyordu. İlerleyen zamanlarda yapılan tarihlendirme çalışmalarındaki kesinlik ise Bradley ve Stanford’un öncülüğünü yapmış olduğu hipotezin artık daha güçlü ve çekinmeden söylenebilir olmasını sağlıyor.

20.000 yıl önce Avrupa’dan kaybolan Solutrean Kültürü, çıkarılmak istenen yonganın çekirdek üstünde belirlenip-tahayyül edilip taş harici daha yumuşak bir başka organik malzeme vasıtasıyla daha kontrollü (Önceki teknolojilere oranla) yongalama yapan bir endüstriye sahipti. Defne yaprağı biçimine sahip-bu isimle anılan ve sapa takılan uç, aynı şekilde geniş dilgi üretimi Clovis tipi teknoloji ve yerleşimlerinin Solutrean ile taşıdığı ortak özelliklerden biri.

Solutrean Hipotezi:

20.000 ile 13.500 yıl öncesindeki zaman aralığını dolduran ve olası göç yolunda konumlanmış istasyonlar kesinlik kazansa da paleocoğrafya atlasında buzullarla birbirine bağlanan ya da dolaylı yollarla bütün gözüken kıtalar (Amerika-Avrupa) ve kuzeyi buzullarla kaplı Atlas Okyanusu bu geçiş-transfer için aşılması güç olarak değerlendirilmekte kimileri tarafından. Coğrafyanın sertliği, olanakların kısıtlı oluşu ve azalışı ve yine diğer çevresel-iklimsel etkenler ‘’normal’’ durumlarda ‘’imkansız’’ gözüken şeyleri ‘’güç’’ olarak değiştiriyor. Bu ahvâl geçmişte olduğu kadar, şimdiden geçmişe kanca atan, ahvâlin fotoğrafını çekmeye çalışan bizler için de geçerli. Bir kere işin içinde her şeyi göze almış prehistorik koloniciler ve o’nların davranış şekilleri var. Bu süreklileşen davranışlar gensel varlıktan, gensel varlık da süreklileşen davranış şekillerinden beslenmekte kuşkusuz, ve yine kuşkusuz maddenin değişmezlerinden,  ’’niteliğin niceliğe niceliğin niteliğe geçişi’’ ilkesinden kaynaklanmakta tüm bu ahvâl.

Sebep zorunluluk-zorlayıcı çevresel etkenler de olmayabilir. Prehistorik kolonicilerde de -bence- bulunan/bulunabilecek olan işbu diğer etken-davranış çeşidi, yanisi ‘’merak’’, DRD4 adlı gene borçlu birçok şeyi. Araştırmacılar DRD4-7R adı verilen ve insanların yaklaşık yüzde 20’sinde bulunan bu çeşidi, merak ve yerinde duramamaya bağlıyor. İnsanların üzerinde yapılan onlarca araştırma, 7R’nin insanları çok daha fazla risk almaya; yeni yerler, fikirler, yiyecekler, ilişkiler, uyuşturucu ve seks olasılıkları keşfetmeye ve genel olarak harekete, değişikliğe ve maceraya kucak açmaya ittiğini ortaya koyuyor (3). Bağımlılık, merak ve cesareti olumsuz yönde etkileyen şeylerin tamamı toprağa bağımlı üretim ilişkilerinden, bu ilişkilerin günümüze kadar gelen çeşitli sosyo-ekonomik modellerinden, onların üretmiş olduğu ideolojik sınırdan oluşma. Zaten yukarıdaki çalışmanın bir diğer sonucu, işbu genin kentli ve artı değer sömürüsüne dayanan sosyo-ekonomik sisteme tabi insanlara oranla günümüz avcı-toplayıcılarında daha fazla barındığıdır.

El Pindal Mağarası'nda bulunan balık çizimi
 Bradley ve Stanford’un buradaki hipotezi ise, merak ve ilgili diğer gensel dürtüler yahut da belli bir tür zorunluluktan ötürü harekete geçen Solutrean kolonicilerinin kano benzeri deniz taşıtları ile önce Britanya daha sonra İzlanda açıklarındaki eski kıyı çizgilerini takip eden, Grönland üzerinden  Newfoundland’ta sonlanan rotayı kullandığını zikretmekte. Kara köprüsü fikrinde olduğu üzre burda da karşımıza çıkan uzun yolculukta konaklama, bu yolculuğu sağlayacak besin kaynağı meselesine son buzul çağındaki iklimsel-çevresel değişimler ile çözüm bulmaya çalışıyorlar. Buna göre, rüzgar ve akıntı yönlerindeki büyük değişimler okyanus zeminindeki oksijen yoğunluğu fazla olan alanların zengin besin kaynaklarını okyanus yüzeyine çıkardı. Kano ve iklimsel değişikliklerle ortaya çıkmış ve dahi yüzen dev bir platformu andıran geniş buz kütleleri ile hareket eden kolonicilerin en önemli yaşam kaynağı fok balıkları olmuş. Gelişigüzel bakıldığında sadece protein kaynağı görülen ve bunun yanında kürkü ile insan topluluğunu ısıtan bu av hayvanları, vücutlarındaki yağ ile buzun eritilip içme suyu elde edilmesinde ve yemek yapımında kolonicilere avantaj sağlamış. Bunun dışında Bradley ekliyor; kemikleri ile balıkçılıkta kullanılan iğne tipi aletler yaptılar. Solutrean üzerine çalışan birçok araştırmacı deniz kıyısı ve yüksek geniş düzlükler arasındaki küçük çatışmada, alternatiflerde, seçimini yüksek geniş düzlüklerden yani karasal besin kaynaklarından yana yapmış. Bu seçime ve seçimi destekleyen kimi kanıtlara rağmen birçok Solutrean yerleşiminde denizi-okyanusu hatırlatan kanıtlara-buluntulara da rastlanmış. İşbu buluntuların arasında ilk olma özelliğini koruyan olta iğneleri olmakla beraber, sığ sularda bulunmayan deniz kabuklularından yapılma kolyeler ve okyanusa dair duvar çizimleri de bulunmakta.

Tüm bunlar tek merkezci yayılım ve yine bu tekçiliği-zamansal artı-eksiliği şart koşan günümüz hakim düşünce yapısının etkisinden sıyrılmak için de önemli. ‘’Uygarlık’’ denilen şeyler bütünü, ve bunlara dair geçmiş içinde türettiğimiz şeyler farklı coğrafyalarda farklı zamanlarda kesintilerle yaşandı ve sönümlendi. Aralarında halef-selef ilişkisi yoktu birçoğunun. Burada, bilhassa diğer iki hipotezde, Out of Africa modelinin ağırlığı hissedilmekte. Ama yeni keşifler, tarihlendirmeler vb gösteriyor ki çoklu ortam daha akılcı ve meşru kanıtları var, sıralı değil. Amerika başından beri Avrupalı mıydı? Zararı olmayan miniminnacık asude bir soru sadece.
  1. Bradley B., Stanford D., 2004, The North Atlantic ice-edge corridor: a possible Palaeolithic route to the New World. World Archaeology 36: 459-478
  2. Waters R. Michael, et al, 2011, Pre-Clovis Mastodon Hunting 13,800 Years Ago at the Manis Site, Washington. Science 334: 351-353
  3. Dobbs D., 2013, Yerinde Duramayan Genler. National  Geographic/Türkiye Ocak: 52-65
  4. Berenguer M., 1994, Prehistoric  Cave Art in Northern Spain Asturias: 92
Harita: 5W Infographics’den alınarak hazırlanmıştır.

*Bu yazı 10 Şubat 2013 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı.



Man to Man: Kravat Takıp Viski İçebildiğin Kadar İnsansın

 Okan Sezer

İnsan çeşitliliğini anlamak ve bu anlama çabası zorlu ve karmaşık bir yoldan geçti şimdiye kadar. Anlama çabası diye yeni bir hücre katıyorum zira durulan noktalara göre farklı anlayışların iştirak ettiği paradigmalar, ölçütler vb oluşturulmuş, geliştirilmiş ve yıkılmıştır. Bilhassa batı merkezli bilim dünyası tarihinde kültürel ölçütlerden çok fiziksel ölçütlere güvenilmiş, çokça zaman iki ölçütten iyisi kabul edilebilecek kültürel faktörler es geçilmiştir.

19. yy’ın ortalarında Paris ve Edinburgh’tan yayın yapan insan bilimi terazisi şaşmayacak şekilde tarihe bir sıralama getirmişti. Şüphesiz bu sıralamanın en üst seviyesinde modern sapiens ve onun özelinde Avrupalı beyaz insan yer alıyor ve yine sıralamanın en alt seviyeleri için yaşayan ‘’diğer’’ insansılar-ara geçişler bulunmak isteniyordu. Belki de bu sıralamayı kabul eden grubun en tanınmış siması Paul Broca.

Bir bakıma çeşitliliği anlamak için kullanılan kültürel ölçütler dahi büyük tehlikeler içermekte. Dönüp dolaşıp tıkandığımız yer insan ve insan kültürü nedir sorusu çünkü. Ve bu durum muhtelif zamanlarda bitevi devam etmekte ve de edecek. Ve şimdiye kadar bu soru bilimsel bir merak ve anlama çabasından çok baskın ideolojinin ve yine kültürün tekelinde, onun ihtiyaçları doğrultusunda cevaplandırıldı (Cevaplandırılıyor) çünkü (Ee malum tabi, bir de doğru kabul edilen yanıtlar için Avrupa’ya bakan bir toplamın kendisi var tüm bunların orta yerinde). Ben sorunun kökeninde; çeşitlilik, çeşitliliğin tarihi ve şimdisi için hiç bir anlamı olmayan ''ileri'' ve ''geri'' tanımlamalarını görüyorum. Bu durum scala natura-hominizasyon-ilerleme triosunun bir getirisi aslında. Ve durum tek başına, yahut da şöyle demeli; ideolojiler dünyasında günümüze büyük düşünsel miraslar bırakmış, bir çok ana doktrinde bu durum vardır. Yani: beyaz insan patentli insan merkezcilik, insanın gelişimini endüstriyel devrim ve makine iktidarı ile açıklamaya çalışan ve ‘’insan’’ türünün -ki bu Avrupalı modern insan olmakta- gelişmesini yönetecek olan değişiklikler için yanlı tarihsel göndermeleri oraya buraya sıkıştıran anlayış. Tüm bu anlayışlara göre tarih düz bir çizgide -ilerlerdi- ilerlemektedir. İlk evvel her ne kadar kimi sistem karşıtı tarafından olumlansa da yine de ‘’ilkel’’ kabul edilen komünal toplum startı verirken, köleci toplumdan pası alan feodalizm tüm kibri ile yüksek bir yerde durmakta ve bugün itibariyle sadece ama sadece bölüşüm ilişkileri tartışılan, onun dışında üretim ilişkileri konusunda her iki (üç-dört vs) cenahta da tam bir mutabakat sağlanmış olan kapitalizm.

Régis Wargnier’in yönettiği 2005 yapımı Man to Man filmi bu iş için bir giriş, girişi temel alıyor aslında. Kunta Kinte’den var bi’ yüzyıl sonra anavatanlarından koparılan ama bu kez ticari bir amaç için değil de bilim için?! alıkonulan iki Baka bireyi yukarıdaki pasajlarda bahsettiğimiz kibirli sapiensin yani Avrupalı beyazın alt basamakları için uygun görülüyor. Afrika’dan gemilere bindirilme hikayeleri biraz tuhafıma geldi doğrusu. Mevzuatı şart koşan beyaz kadın bu sözümona kargolarına ne tür bir statü vermeleri konusunda bir hayli kafa patlatıyor. Malum beğenmedikleri Birleşik Devletler’de dahi kahraman?! Yankee güneylileri darmaduman etmiş ve siyahlara özgürlüklerini?! tekrar vermişti. Şimdi bir Avrupalı olarak bu iki Baka’yı köle olarak aldık götürüyoruz diye yazamazdı ilgili belgeye. Belki her şey bilim için diye ekleseydi sahil gümrük memuru için işin rengi değişebilirdi. Bilemiyorum tabi.

Sorun şu ki, daha sonra ayılan Dr. Jamie Dodd bu iki Baka’nın düşünme fiilinden yoksun olduklarına ve ‘’hayvansı’’ özelliklerden başka hiç bi’ şeylerinin olmadıklarına kanaat getirilmesine itiraz ediyor.

Paris’te hayvanat bahçesinde sergilenmeye başlanan Bakalar’la müttefik olduktan sonra kafa kafaya verip onların da sizin-bizim gibi insan olduğu noktasından insanları ikna edici bir takım public şovlara bile girişiyor ve çoğunda başarılı oluyor. Kabul ettiriyor ettirmesine ya, burada trajikomik olan ve film yapımcılarının bir yanlışı düzelttik sanrısını tuzlayıp yedikleri şey, ‘’bakın onlar da bizim gibi insan, görüyorsunuz işte bizim gibi kıyafet giyebiliyorlar, az-biraz çalışıp basit nezaket kurallarını bile öğrettik’’ ahvali.

İnsan olmak istiyorsan bunları yapmalısın, bizim gibi olmalısın. Mesela illaki İngilizce bilmeli, edebiyatından nasiplenmelisin. Mesela bunları bilmiyorsan hani belki daha evvel kazanılmış bir zafer olarak insan kabul edilebilirsin ama çağdaş olamazsın?! Elitizmi saplantı haline getirmiş bir kıtadan da sadece böylesi bir özeleştiri çıkabilirdi sanırım. Hayal kırıklığına uğradığımı söyleyemeyeceğim.

‘’(…)Ormanın asıl sakinleri olan ve binlerce yıldır Afrika’nın yağmur ormanlarında yaşayan pigmeler (Baka, Mbuti, Twa vb) son zamanlarda tehdit altındalar. Her ne kadar her grubun kendine özgü sorunları olsa da, ormanlarını yok eden tomrukçular, ormanı çiftliklere dönüştürmeye çalışan çiftçiler ve ırkçılık bütün pigme grupların yaşadığı ortak sorun. Pigmeler paraya dayalı ekonomiyi bilmedikleri için bazı bölgelerde köylüler tarafından sürekli sömürülüp saatlerce tarlalarda çalıştırılıyorlar. Bölgedeki Fransız tomruk şirketleri ormanı büyük bir hızla katletmeye devam ettikçe pigmelerin yaşayacak yerleri kalmıyor ve yakındaki köylere kayıyorlar. Böylece kültürel özelliklerini ve sistemlerini yavaş yavaş kaybeden pigmeler resmi ekonomiye katılıp işçi olarak çalışmaya zorlanıyorlar.(*)’’

(*): Selcen Küçüküstel, Yeditepe Üniversitesi, antropoloji yüksek lisans öğrencisi.
Atlas Dergisi, Nisan Sayı: 217.

*Bu yazı 27 Kasım 2011 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı.

Mağara: Prehistorik Propaganda Merkezi

Okan Sezer


Doğayı taklit etme, ona olan sınırsız öykünme insan topluluklarının en büyük gelişim dinamiği. Öykünme kendi içinde burjuva kibrine benzer kıskançlığı taşır. Bu şimdiye kadar farklı çağlarda farklı tonlarla böyleydi ve bundan sonra da mutlak sona kadar devam edecek.

Günümüzden 70 bin yıl önceye dayanıyor insan topluluklarını kendi vücut yapısı (kürk kadar olmasa bile sınırlı tüy sistemi) haricinde dış etkenlerden -bilhassa buzul dönemde yaşanan soğuk havadan-  koruyan giysilerden türeyen parazitlerin varlığı. Tüy üreten salgı bezlerindeki (keratin-protein) zayıflama ya da tamamen ortadan kalkışa paralel giyinme alışkanlığı birer elzem haline dönüşüyor. Avlanılan (?) yahut da uçurum kenarında leşi bulunan av hayvanlarından ya da yırtıcıdan alınma kürkün kendisi başlı başına bir tür statü yaratmış olmalı. Tüm klana yetecek kürk olmadığından ötürü sadece seçilmiş kişiler bunları giyiyor, bu da klanı ilerleten-yöneten hakim düşüncenin kendine münhasır yapısından ileri geliyordu. Aslına bakılırsa günümüz Türkçesi’nde varlığını devam ettiren birçok deyim hem statü olan kürk ve hem de o’nun sosyal rolü ile ikili mücadeleye girip top çalabilir. ‘’Baldırı çıplak’’ deyimi buna verilebilecek en iyi örneklerden biri. Bu deyim daha çok parasız-pulsuz anlamını muhteva etse de serseri ve ne idüğü belirsiz  kişileri ifade etmede de kullanılıyor. Yani statü açısından düşük, deklase birey. Bu da bizim geçmiş-şimdi analojimizde daha çok işimize yarıyor.

Güneş sadece yeryüzünü değil zihinleri de aydınlattı. Umberto Eco'nun Foucault Sarkacı'nda yaptığı ''İçimizi ısıtır, her gün yeniden doğar. Demek ki geçip giden şeyler kötü kalıcı olanlar iyi.'' temalı teşbihvari sözlerini fazlasıyla hak eder. Tarihin değil de daha çok tarihsel olanın önemli olması gibi.

Ateşin kontrolünü iyiden iyiye ele geçirip tekniği ilerletseler de ve buna ilaveten statü yaratacak şekilde belli kısmı giyinmeyi başarabilse de klanın soğuk hava koşullarından ve yine meteorolojik olaylardan etkilenmeyi en aza indirebilmek için sığınaklara ihtiyaç duyması devam etti kesinlikle. Kütlesel kaya bloklarından oluşma ve belli başlı çıkıntılarının tente misyonunu yürüttüğü kaya altı sığınaklarında, birbirine sokulmuş halde sıralanmış klan üyeleri sıcak bir aile portresi çizmekteydi. Sıcaklık-sıcak aile ahvâli, duygusal yakınlaşmadan ziyade maddiyattan, tensel yakınlaşmadan kaynaklanıyor-start alıyor. İşbu günümüze ulaşan tensel yakınlaşma örümcemesi de günümüz insanlarının farklı nedenlerle birbirlerine duydukları yakınlaşmanın-yakınlık hissiyatının ve bunu-bu tip duygusal yakınlaşmaları sıcaklık olarak anlatmasının bir başka köken açıklaması oluyordu. Bu tip kaya altı sığınakları, mağaralar, mağara girişleri, ağaç kovukları vb doğal ve de sığınak misyonu görebilecek alanlar düzensiz köşeli olmaları hasebiyle soğuk havanın etkisini azaltamıyor, bununla birlikte gök olaylarından, kar vb yağışlardan klanı koruyamıyordu. Bunu neden yaptığına dair yanıtı kendinde saklı kalıp hiç bir zaman açıklanamayacak şekilde klan üyesi, kafasını gökyüzüne çevirdi ve evrendeki en kusursuz yuvarlak şekle sahip ısı kaynağı olan güneşi gördü. Yuvarlaktı, ne düzenli ne de düzensiz köşelere sahipti. Ama sıcaktı, onu ve neferi olduğu klanı ısıtıyordu. Demek ki etrafta gördükleri bağımsız objeleri düzensiz ve gelişigüzel bir tarz ile içine girilebilir şekilde dizmek yerine, belli bir takip sırası olan ve bu şekilde tıpkı güneş gibi,  bir noktadan başlayıp diğer noktaya düzenli ya da düzensiz köşe yapmadan ilerleyen hatlara sahip yuvarlağımsı iskeletler inşa etmeliydiler sığınak için. Mağara atmosferinin uzun süreli kamplar için uygun olmayışı ve ayı gibi yırtıcılar ile olan rekabette öne geçilememesi insanlık tarihindeki diğer örneklerde olduğu üzre insanlığa olumsuz koşulları ve zoru dayatmış, insanlık da en büyük yaratıcı doğadan esin alıp bu işe kalkışmıştı. Bana kalırsa makul olan izahlarından biri bu en azından. Peki ya mağara? Kullanıma devam edildi tabi ki.

Yaklaşık 400 m uzunluğa sahip, irili ufaklı birçok dehlizi ve hücreyi-salonu barındıran ve dahi bulunduğu günden şu zamana kadar birçok arkeoloji meraklısını heyecanlandıran Chauvet Mağarası replika çalışmaları sırasında, bizzat işbu projeye katılabilmiş meslektaşlardan biri olan Julien Monney tarafından anlatılmalı ve siz de bunu dinlemelisiniz. 527 milyon noktadan alınan veri ile laser taraması tamamlanıp elektronik ortama alınan mağaranın etkisi büyük. Mağaraya giriş yapabilmiş şanslı isimlerden olan Monney halen kurtulamamış bu etkiden örneğin. ‘’Mağaraya girdiğimizde duyduğumuz kalp atışları bizim miydi yoksa sabık sahiplerinin miydi ayırt edemedik’’ diyor bir diğer takım arkadaşı. Mağara oldukça uzun ve farklı bölümlere ayrılıyor. Buraya sızan su akıntısı zamanla kristalize oluyor ve her yeri kaplıyor. Söz konusu farklı bölümlerde yürüyen ekspedisyon ekibinin aldığı görüntülerde etrafa saçılmış mamut, ayı vb yırtıcılara ait çeşitli kemik parçalarına kolaylıkla gözünüz çarpar. Ekseriyetle kristalize olmuş su kütlesiyle kaplılar. Zaten bu doğal oluşum-zamansal hareketlilik (Ya da hareketsizlik) ağzı kapanan mağaranın dondurucuya dönüşmesine neden oluyor. Bu şey arkeologlar için bir çeşit zaman kapsülüne tekabül eder.

Birçok farklı tema oluşturacak-oluşturabilecek şekilde işlenen kaya resimlerinin etraflarında ateş izleri ve fazla derin olmamak koşuluyla tabanı geniş, geçmişte ‘’havuz’’ olma olasılığı çok yüksek çukurlar bulunmakta. Hava sirkülasyonu kısıtlı olan ortamda odun ateşinin çıkardığı duman hızlı bir ilerleyiş-mağara içi solunum yerine stabil hâl izler ve bu da ateşin başlangıcını baz alırsak burada toplanan grubun çok kısıtlı vakte sahip olduğunu gösterir. Belki ‘’kısa’’ süren-sürebilecek tören kadar vakitleri vardı, daha sonra burayı terk edip ağır işleyen hava sirkülasyonu ile tekrar temizlenmesini bekliyorlardı. Düşünülen şey, panel önündeki havuzumsu alan üstündeki su ve ateş yardımıyla duvar resimlerine perspektif ve hareket kazandırıldığı. Bir çeşit gölge oyunu organize ediliyor, hikayecinin kattığı diğer ses gibi unsurlar (Bunu -bilhassa gerilim ve korku türündeki- filmlerin action sahnelerindeki fon müzikleri gibi kurgulayın lütfen) ile hikaye sağlamlaştırılıyor ve belki de zaten doğal hâli ile insanı büyüleyip aklını başından alan bu ortam çeşitli bitki esansları ile iyiden iyiye konuğun iradesini teslim alıyordu. Tüm bunların dışında, Chauvet çağdaşı ya da (+) (-) 10 binlik süreçteki kimi muadillerinden olma ve Chauvet’ye oranla ‘’başarısız’’ çizimler sağlaması olacak şekilde, böylesine başarılı çizimleri ilk defa gören ve de klan üyesi olmayan bağımsız bireyin içine düşeceği hayreti hesaplamak için hiç bir arkeolojik buluntu güç yetiremez. Bu hayret için düşünün biraz. Vadinin aşağısında avlamak isterken ölümle burun buruna geldiği av hayvanı şimdi karşısında ve hikayecinin kontrolü altında.

Londra ile Paris hattında yılda bir kaç sefer yapan Aurignacian birey yolda başına musallat olabilecek en büyük badireden biri olan pantherayı burada, bu şekilde gördüğünde düşünce yapısı ani bozulmaya maruz kalacak ve zihni ve kalbi yeni fikirler, yeni korkular için ekilmeye uygun bir alan haline dönüşecek.

Chauvet'in yumurtalık kısmını teşkil eder
 Şimdi benim burada zikredebileceğim mağara alegorisi biraz daha farklı olacak. Alegoriden başka her türlü söz sanatına ve batine bağlı anlatıma benzetilebilir. O denli mix. Gerçi ışık kaynağı ile doğru düzgün yüzleşemeyip gözünü duvardaki optik yanılgıdan alamayan ve bu sayede yüksek dozda propagandaya maruz kalıp zehirlenen prehistorik kurban, antik yunandan pasajlarıma misafir olan değerlinin alegorisine hiç değilse bir parça bağlı kaldığımı gösterir. Mağaramız, buradaki örnek Chauvet olduğu için ondan bahsediyorum, ana rahmi, mağaranın derinliklerinde döllenmek için alınan kurbanın korku ve tereddütten oluşan ilk anı sperm, farklı ritimlerle sert bir şekilde devam eden propaganda seansları ve bitiminden ibaret anları embriyo, end chamber’da döllenmesi sonrasında sırasıyla geçtiği salonlarda cenin ve final: Chauvet girişi, kurbanımız ‘’yeni insan’’ olarak tekrar doğmuştur.

Mukayese edildiğinde her örnek, her bölge Chauvet kadar geniş film stüdyolarına, platolarına, tekniğe, efektlere, ses kalitesine vb sahip olamamış. Soğuk Savaş dönemini Hollywood yapımı filmler ile atlatıp çift kutuplu dünyayı tek kutuba indiren Yankee’ye karşı diğer ülkelerin politik ve propaganda temalı, alt metninde yine kendi resmi çizgilerine dair anlatımların-uyarıcıların olduğu filmlere bakın. Bariz, teknik bakımdan arada büyük farklar olduğu bariz. Paleolitik propaganda istasyonları için de böylesi bir yorum yapılsa aradaki farklılık belki, az da olsa, anlam kazanabilir.

Hamiş: Chauvet’nin replikası önümüzdeki yıl açılacak. En azından Fransa’daki ilgili bakanlık böylesi bi’ açıklama yaptı. O vakte kadar Werner Herzog eşliğinde çekilen Cave of Forgotten Dreams adlı belgeselle idare edebilirsiniz. Bunun dışında, yeni fikirler, yeni inançlar, inanılan kişiler için sınıflı toplumda da üs olmuş mağaralar, Anadolu örnekleri, baştan check edilse fena olmaz. Görmeyi bilen bir çift göz Tokat’ta bulunan Ballıca Mağarası’nda iyi işler çıkarabilir. İlgisizlik nedeniyle bir dönem çöplüğe dönmüş, kültürel mirasa (Bana kalırsa kültürel miras, zira yeni çağın küçük burjuva karakterli bir çok isyanına ev sahipliği yapmış) olan duyarsızlık nedeniyle duvarları okla vurulmuş içinde çiftleri simgeleyen harflerin olduğu kalplerle dolmuş. Ziyaret ettiğimde kapalıydı. Memleketimin güzide alicenap prehistoryenleri bu noktayı atlamış olamaz tabi ama yine de hatırlatmak istedim.

*Bu yazı 6 Ocak 2013 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı. 

Tevrat Arkeolojisi ya da Siyonizmin Yeni Silahı

Okan Sezer

Arkeoloji her türlü ideolojinin, devletin vb yapılanmanın aracı oldu geçmişte. Gustaf Kossinna tarafından örgütlenen Nazi eğitim müfredatı lise ve ilkokul seviyesindeki okullarda uygulanmış, Nazi ideolojisine uygun prehistorya dersleri işlenmiş, yine işbu ideolojiyle uyumlu kültüre dönük tanımlamalar yapılmıştır. Kapitalizm eleştirisine girişen birçok sistem karşıtı, sayılı Marksist arkeolog ve antropolog üzerinden yanlı tarihi göndermeler yapıp tüm prehistorik avcı-toplayıcı kabileleri püripak egaliter ilan etmiştir. Bunlar en uç örnekleriydi. 19. ve 20. yy bunun gibi nice denemelerle dolu.

Kubbetü's Sahra, 19. yy.
Kudüs, İbrahimi kökenli üç din için en kutsal şehirlerden biri. Hatta şöyle demeli; bu üç dinin kesiştiği en önemli nokta, ortak küme: Kudüs. Şehir -birçok çağda olduğu gibi- Orta Çağ’da, Haçlı Seferleri’yle birlikte, sürekli el değiştiriyor. Bu el değiştirmeler neticesinde herhangi bir yapı x döneminde kilise iken y döneminde cami, z döneminde ise sinagog olmuş. Birçok yapı insan toplumun kolektif ürünü ve işin özü şu ki birini bir diğerinden ayırmak ya da rafine etmek imkansız. Hal böyleyken, şu an için konuşuyorum, verili tüm ikili, üçlü ve hatta daha daha çoklu antlaşmadan, devletlerarası sözleşmelerden ve bunların sınandığı arenadan bağımsız  herkesçe kabul edilebilecek arkeolojik uygulamalar ve korumalar işletilmeli günümüz Kudüsü'nde.

Kudüs’ün statüsü belirsizliğini koruyor. Ortadoğu’da dönen kirli savaşın en gaddar tarafı ve işbu gaddara karşı temiz kalmaya çalışan diğer taraf, belirsizliğe dönük karşılıklı tartışmalara, resmi olmayan ama kendi tabanlarını motive etmeye dönük açıklamalar yapmaya devam ediyor. Siyonist devletin başkenti resmi kaynaklarda Tel Aviv olarak geçmekte. Ama her türlü uluslararası arenada ”Benim başkentim Kudüs’tür!” şeklinde bağırmakta ve kabul ettirebildiği yerlerde başkent olarak Kudüs’ü yazdırmakta. Bir nevi de facto hali. Filistin tarafındaki iddia ise ulusalcılık ve politik İslam üzerinden şekillenmekte. Kimi noktalarda birbirinden uzaklaşıp iki adım ötede birleşebiliyor bu iddia. Buna göre zaten tüm İslam dünyasında, Mescid-i Aksa’yı barındıran, en kutsal şehirlerden biri kabul edilen Kudüs Filistin halkının başkenti diğer tüm etnik ve dini gruplarla. Politik güç olarak üstünlüğü bariz olan siyonist devlet tüm aygıtları ile kendi iddiasını kanıtlamaya çalışıyor, bu iddia için her türlü aygıtı devreye soktu, buna devam edeceği de kesin.

Eski şehirdeki tapınak tepesinin hava fotoğrafı, merkezde Kubbetü's Sahra, harfler siyonist gruplarca yerleştirilmiş, Süleyman Tapınağı'nın olası yerlerini göstermekte




Siyonist bilim-arkeoloji kurumları tam anlamıyla ya da, keskin bir şekilde bu motifi işlemiyor şimdilik. Hatta zaman zaman eski şehirde varolan İslami taşınmazın yeterince korunmadığını söyleyip, ”şimdiye kadarki periyotta tarihi anlamaktan çok doğal yıkım süreçlerine, yeni inşaalara, ideolojik göndermelere yer verildi” tadında ek itiraflarda bulunabiliyorlar. Yahudi çeyreğinin dışında kalan çeyrekleri de ilgilendiren arkeolojik kazı-yeni inşaat vb konularda başına buyruk bir şekilde hareket ediyor Kudüs Belediyesi. En son tapınak tepesinin güney batı ucuna bakan kısmında, Ağlama Duvarı olarak bilinen yapıyı da içine alan platformda (Ki burası aynı zamanda Idf’ye ait güçlerin bekleme yeri, bir çeşit kontrol noktası) çalışma başlatıldı. Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s Sahra’yı görüş alanının ortasına alarak yapılması planan merkez için Ağlama Duvarı’na bitişik yapıların kimi kısımları yıkıldı. Tarihi ya da arkeolojik envantere, taşınmaza gireceği şüpheli yapı alanlarının yıkılması başka biR şey, Yahudi çeyreğinde kalıyor velakin buraya yapmaya amaçladıkları, içinde polis merkezi, sinagog ve alış-veriş dükkanları olacak yapının inşaatı sırasında tapınak tepesine vereceği zarar, bunun ihtimali konuşulmamış. Mescid-i Aksa Vakfı bizi doğruluyor.

Yapılması planlanan merkez için yer açma/yıkım çalışmaları
Bin 996 yılında  kararlaştırılıyor ilk önce. Buna göre tapınak tepesinin batı surları boyunca arkeolojik bir tünel inşa edilecekti. Aslında Batı Duvarı boyunca uzanan antik tüneller tekrar gün yüzüne çıkarılacaktı. Çalışmalar büyük ölçüde tamamlandı. Siyonist devletin buradaki zorbalığı ise Müslüman çeyreğinde yer alan Via Dolorosa’a tünel girişi açmak oldu. Mescid-i Aksa Vakfı’ndan yetkililer, yeniden açılan bu tünelin -bilhassa Müslüman çeyreğinin altında kalan kısmının- buradaki yapıları tehdit ettiğini, tünel altında işletilen sağlamlaştırma tekniklerinin bir işe yaramayacağını, yukarıdaki yapıların doğal dayanma gücünün yok edildiğini söylemekte. Ve en önemli iddia ise; bu tünelin asıl amacı  Süleyman Tapınağı’nın kalıntılarını bulmak ve aşırı politik grupları bu yönde teşvik etmek.

2007 yılında yapımı tamamlanan bir başka tehdit: Mughrabi Köprüsü. Köprü, Batı (Ağlama) Duvarı meydanını tapınak tepesi ile birleştirmek için inşa ediliyor. Meydana göre yüksek bir kotada kalan Mughrabi kapısına daha önce eski toprak bi’ rampadan ulaşılıyordu. Aslında ulaşıma kapalıydı güvenli olmadığı gerekçesiyle. Şu anki köprü çok mu güvenli? O dönem Kudüs belediye başkanlığı yapmış Uri Lupolianski ve dahi ilk arap bakan olarak ün yapmış Ghaleb Majadele de köprünün tehlikeli olduğunu ve yapılan arkeolojik kazıların illegal olduğunu kabul ediyordu. Bunun dışında şehir mühendislerinden Shlomo Eshkol, Western Wall Heritage Foundation’a yazdığı mektupta köprünün halk güvenliğini tehdit ettiğini ve çevresinde yer alan diğer yapıları (Bilhassa tapınak tepesinde yer alan Mescid-i Aksa’yı) olumsuz anlamda etkilediğini söyledi ve yetkilileri uyardı.

Helenistik, Roma, Abbasi, Osmanlı vb dönemleri içeren arkeolojik tabakaların kazılması ve burada saklanan bilginin gün yüzüne çıkarılması en başta biz arkeologları sevindirir-sevindirmeli. Ama işin içinde kendinden başka kimseye söz hakkı tanımayan iktidarın Kudüs gibi birçok dini grubun ortak-kolektif ürünü olan bir şehirde dediğim dedik çaldığım düdük tavrına bürünmesi ve baskı ile sözünü geçirmesi, bununla birlikte kimi taşınmazlara pozitif ayrımcılık yapması varsa o başta söylediğim şey yani mutlu olma hali yok oluyor. Bunların dışında kendi içindeki aşırı sağcı grupların tapınak tepesine dönük zikrettiği ve ördüğü hak ve haklara, Mescid-i Aksa’nın ilk tapınağın üstüne inşa edildiği gerçeğinden yola çıkarak buranın yıkılıp eski tapınağın yeniden inşa edilmesi taleplerine çanak tutar vaziyette ”arkeolojik” çalışmalar yürütmesi sıkı bir yuh! dedirtiyor insana. Bu kafaya göre İstanbul gibi birçok dünya şehrinde yer alan tarihi taşınmazlar, selef yapılar nedeniyle onlarda hak iddia eden gruplarca yıkılabilir, öncekini yeniden ortaya çıkarmak-inşa etmek kaydıyla?! İşte biz burdaki çıkarcı mantıksızlığa siyonizm diyoruz.

*Bu yazı 16 Şubat 2013 tarihinde Arkeoloji Gazetesi adlı blogta yayınlandı.